28 Haziran Pazar günü biz de pek çok insan gibi Onur Yürüyüşü’ne gitmek için hazırlandık, heyecanla İstiklal’e geldik. Her şey çok “normal” seyrediyor, yürüyüş başlamadan caddede tur atıyoruz, sağda solda sokaklara üşüşmüş kırmızı yelekli polisler gözümüze çarpıyor, elbette. Sonra belediye otobüsleri dikkatimizi çekiyor, vali bizi “after party”ye kadar taşıyacakmış diye dalga geçiyoruz. Çünkü o kadar eminiz ki artık normalleşen polis müdahalesinin, “normal”e meydan okuyan Onur Yürüyüşü'nde gerçekleşmeyeceğinden! Elimizde fotoğraf makinesi, tepeden birkaç güzel poz yakalayabilme umuduyla bir kafenin terasına yerleşiyoruz.
Bu makale Afrika’daki müşterek toprak mülkiyeti konusunu ve bu konunun kadınların toprak hakları üzerindeki yansımalarını inceliyor. Makalede tartışma konusu edilen temaların bazıları şunlar: 1990’larda Dünya Bankası tarafından denenen müşterek arazilerin kullanım hakkı ile ilgili reformlar, feminist örgütlerin müşterek arazi ilişkilerine dair, kadınlara yönelik ataerkil ayrımcılığa sebep olduğu gerekçesiyle getirdiği eleştiriler ve aynı zamanda toprağı olmayan şehirli ve taşralı kadınların kullanılmayan kamusal arazileri geçimlik tarım amaçlı sahiplenme çabaları. Makale, müşterek toprak sahipliğine yöneltilen feminist saldırının toprağın özelleştirilmesine yönelik neoliberal hamleyi güçlendirebileceğine dair bir uyarı yaparken, kadınların kullanılmayan kamusal arazileri geçimlik tarım için ıslahına yeni ortak alanların oluşumuna giden yol olarak bakıyor.
Bengi Akbulut bu yazıda okura sofrasındaki yemeğe lezzetinden ve fiyatından öte bir bakış geliştirmesini öneriyor. Temel bir ihtiyaç olarak gıdanın tarladan mutfağa, mutfaktan da sofraya nasıl geldiğini sorgulamımızın öneminin altını çiziyor. Zira bu sorgulamaların sonucunda göreceğimiz, emeği görünmez kılınan birçok kişinin özellikle de kadınların alınteri olacak. Akbulut tam da bu yüzden feminist analizi içinde barındırmayan bir gıda siyasetinin sınırlarını sorguluyor ve feminist analizin gıda siyaseti için olası açılımlarına Türkiye bağlamında bir giriş yapıyor.
Aile baskıcı bir mekanizma mıdır? Özgürleştirici bir aile tanımı mümkün müdür? Kurulan alternatif yakınlıkların aileye benzetilmesi aileye dair hangi deneyimlerin altını çizer, hangilerini siler? Aslı Zengin makalede bu soruların yanıtını trans kadınların hikâyeleri üzerinden tartışıyor, aile kavramının trans kadınlar bağlamındaki anlamlarına ve işlevlerine odaklanıyor. Üyeleri arasında sevgi, şefkat, ilgi, bakım, denetim ve baskı gibi birbirinden farklı ilişkileri içinde barındıran bir kurum olarak ailenin trans kadınlar arasındaki tezahürlerini ölüm ve yaşam bağlamında sorguluyor. Makale boyunca trans kadınların hayat hikâyelerinde ailenin hangi aşamalarda ortaya çıktığının izini sürerek ailenin imkânlarına ve sınırlarına dikkat çekiyor.
Suriye’deki halk isyanlarının şiddetle bastırılması ve ülkenin bir iç savaşa çekilmesiyle birlikte milyonlarca Suriyelinin savaştan kaçarak sığınmak zorunda kaldığı ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye nüfusunun yeni bileşenleri olan Suriyeli sığınmacılar, savaşın yarattığı tahribatla birlikte Türkiye’de kendileri üzerinden kâr elde etmeye çalışan kesimlerle karşı karşıya kalıyor. Esra Aşan’ın kaleme aldığı, "Birlikte Yaşam"a Suriyeli Sığınmacılar Dahil mi?” adlı yazı savaş mağdurlarının Türkiye toplumunda maruz kaldığı ayrımcılıklara ve savaş karşısında geliştirilen toplumsal körlüğe dair örnekler sunuyor. Uluslararası güçlerin, Türkiye devletinin ve Türkiye’deki toplumsal muhalefetin sorumluluklarını tartışmaya açıyor.
Mutlu Kaya Sesi Çok Güzel (Fox TV, 2015) yarışmasına katıldıktan bir ay sonra başından vurularak yoğun bakıma girdi. Bu yazıyı yazdığım sıralarda hâlâ makineye bağlı olarak nefes alıp veriyor. Hayata…