Ortadoğu merkezli savaş koşullarının farklı biçimlerde dünyaya yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Savaş koşulları her dönem olduğu gibi ırkçılığı ve nefret politikalarını tetikliyor. Bizler de Türkiye’de Kürt illerinde süren savaştan ve yıkımlardan, LGBTİ’lere dönük nefret politikalarına, kadın cinayetlerinden Suriyeli göçmenlere yönelik ırkçı saldırılara kadar şiddetin çeşitli somut hâlleriyle karşılaşıyoruz. Seküler ve demokratik alanların gittikçe daralmasıyla birlikte Türk-İslamcı politikalar artık gündelik hayatımızın hemen her alanını belirler hâle geldi. Toplumsal ve siyasal meseleler bütün yakıcılığını korurken mücadele de elbette hem eski yöntemlerle hem de farklı ve yaratıcı biçimlerde devam ediyor. Dayanışarak, yürüyerek, toplanarak, dağılarak, söyleyip yazarak, dans ederek.
Her ne kadar -çoğunlukla üniversite camiası üyelerinin öngörülen haklarına dönük korkunç ihlalleri kınamak üzere başvurulan- akademik özgürlük terimi kendinden menkul gibi görünse de, aslında sınırlı uygulamaya sahip, çetrefilli bir fikirdir. Akademik özgürlük, kökeni itibariyle geçtiğimiz yüzyılın başlarında Birleşik Devletler’de yalnızca —kamu yararını artırmak için gerekli bilgiyi üretip aktaran— öğretim elemanlarını ilgilendiren bir terimdi. Akademik iş güvencesine sahip kadrolu öğretim elemanları ile alakalı olmak zorunda da değildi çünkü bu pratik o dönemde aslında bilinmiyordu. Akademik özgürlük, iktidar ve bilgi, siyaset ve hakikat, eylem ve düşünce arasındaki ilişkiyle ilgili çatışmaları, aralarına korunması zor, keskin bir ayrım yerleştirerek çözmeyi amaçlıyordu. Hızlı bir tanım yapmak yerine, hem öğretim elemanlarının haklarına dair bir kuram hem de bu hakları korumaya dönük bir pratik olarak akademik özgürlük kavramını altüst eden bazı gerilimlere bakmak istiyorum.
Alexis Pauline Gumbs ‘“Hiçkimse” Daha Fazlasını İfade Eder: Siyah Feminist Pedagoji ve Dayanışma”’ adlı makalesinde June Jordan ve Audre Lorde’un 60’lardan 80’lerin sonuna kadar devlet üniversitesinde verdikleri eğitim ve o dönemde yazdıkları yazılardan yararlanarak eğitim, direniş pedagojisi, dayanışma ve ötekiyle ilişkilenme temalarını tartışıyor. Yazar Lorde ve Jordan’ı tekil özneler almak yerine onların pratiklerini sömürge ve ırkçılık karşıtı yazının yarattığı direniş ve dayanışma külliyatı içine yerleştirir ve sistem içi bir kurum olarak üniversitenin aynı anda direniş ve iktidar tarafından belirlenen karmaşık dinamiklerini anlamaya çalışır.
Simten Coşar “Akademinin Bitmek Bilen Koridorları: Eril Çivilerden Boşalan Yerlere Feminist Dikişler” adlı yazısında Türkiye’deki akademinin şu anda içinden geçtiği süreci bir kötüleşme olarak değil, neoliberal kapitalizm ile ilişkisi üzerinden okuyarak akademinin bugünkü hâlini aslında geçmişteki problemlerin bir kriz olarak ortaya çıkması olarak tanımlıyor. Bu durumda geçmişte akademisyenlere örnek verilebilecek altın bir çağ olmadığını fakat feminist pratiğin bu anlamda ilerici tartışmalara öncülük edebileceğini ifade ediyor. “Peki nasıl bir akademi?” sorusunu sorarken feminizmi çağırmanın, erkek çivilerin yerine kadınların örgülerini, dikişlerini, boyalarını, yamalı bohçalarını kullanmanın etik sorumluluğumuz olduğunu hatırlatıyor.
Türkiye, son bir yıldır şiddetin her türünün güçlendiği, toplumsal sorunların çözümünde diyalog yerine siyasi veya askeri baskının hakim kılındığı, ifade özgürlüğü alanının gittikçe daraldığı, herkese nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir dönemden geçiyor. Bu ortamda kadınlara, çocuklara, LGBTİ'lere yönelen şiddet de farklı biçimler alarak tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. "Yeni Türkiye"de Cinsiyetçi Şiddet adlı yazı, ülkemizde son bir yılda yaşanan gelişmeleri kadın, çocuk ve LGBTİ hakları üzerinden değerlendiriyor.
Samar Yazbek'in Çapraz Ateşte Bir Kadın: Suriye Devrim Günlükleri (A Woman in the Crossfire: Diaries of the Syrian Revolution) (2012) ve Ahdaf Soueif'in Kahire: Benim Şehrim, Bizim Devrimimiz (Cairo: My City, Our Revolution) (2012) adlı kitapları Suriye'deki ve Mısır’daki savaşa ve yıkıma ilk elden tanıklık eden güncelerdir. Hem Yazbek hem de Soueif meydanlarda ve sokaklarda zulme karşı direnenlerin öznel hikâyelerini kamusal olanla birleştirerek çokkatmanlı bir tanıklık ortaya koyar, devrimi ve direnişi yeniden tanımlar. Deniz Gündoğan "Mısır Devrimi'nden Çapraz Ateş Altındaki Kadına: Savaş ve Zulüm Karşısında Etik Tanıklığın Olanağı" adlı makalesinde bu iki günceye odaklanarak “edebiyat felakete tanıklık edebilir mi?” ve “tanıklığın feminist etik zemini oluşturulabilir mi?” sorularını irdeliyor.