Şubat 2013, İstanbul
1980 yılında İzmir’de doğan Zeyno Pekünlü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun oldu. Sanatta yeterliliğini de aynı bölümde tamamlayan Pekünlü daha sonra University of Barcelona’da Sanatsal Üretim ve Araştırma alanında da yüksek lisans derecesi aldı. Zeyno Pekünlü şimdi İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. “Beni Osman Öldürdü” adlı sergisi 11 Aralık 2012-19 Ocak 2013 tarihleri arasında gerçekleşen sanatçı 2009 yılında İstiklal Marşı’nı yapıbozuma uğratarak çeşitli görsellerle birleştirdiği “Çiftdüşün 1” adlı eseriyle İspanya’da Valls Bienali’nde ödüle layık görüldü. Zeyno Pekünlü işlerinde toplumsal cinsiyet, milliyetçilik, milli semboller, ulusu inşa eden değerler gibi konuları sorunsallaştırıyor. “Artistryourself” oyunu, “Balkan Shadows”, “Text Book For Knowledge of Life” sanatçının işlerinden bazıları.[i] Zeyno Pekünlü’yle “Beni Osman Öldürdü” sergisi, feminizm, sanat ve aktivizm arasındaki ilişki üzerine sohbet ettik.
“Beni Osman Öldürdü” serginden başlayabiliriz. Bize biraz serginin içeriğini ve hazırlık sürecini anlatabilir misin?
“Beni Osman Öldürdü” sergisindeki işler iki buçuk senelik bir çalışmanın ürünü diyebiliriz. Aynı iki buçuk sene içinde başka işler de yaptım ama bu kişisel sergiye sadece beş yeni iş koymak istedim. Birbiriyle konuşan, patriarkaya dair soru işaretleri olan ve bu anlamda eleştirel bir alan açabilecek işleri bir araya getirmeye çalıştım. O yüzden de sergideki iki iş milliyetçilik ya da ulusları bir arada tutan unsurlarla ilgili işler. İki tanesi erkeklik ve bir tanesi de kadına yönelik şiddet ve ev içi ile dışarının birbiriyle nasıl bağlandığını anlatan işler. Ama asıl temayı “içerisi dışarıyı, dışarısı içeriyi nasıl besliyor, en domestikten en dışarıya kadar iktidar nerelerde/nasıl örgütleniyor” şeklinde özetleyebilirim. İşlerin her birinin tek başına ayrı bir sözü olmakla birlikte, sergi kurarken hepsi bir araya geldiğinde nasıl bir söz üretecek sorusu önemli oluyor.
Tek tek işlerden bahsedecek olursak… “Sus, kimseler duymasın!” ve “Erkek Erkeğe” 1950-1980 arasında çekilmiş olan melodramlar ve popüler sinema örnekleri üzerinden erkeklik hâllerini incelemeye çalışıyor. “Erkek Erkeğe”, melodramlarda erkeklerin yan yana oldukları, birbiriyle arkadaşlık ya da düşmanlık ettikleri sahnelerin en sık tekrar eden temalarını bir araya getiriyor. “Kadın yokken erkekler ne yapıyor?” sorusuna odaklanıyor. Yine melodramlardan sahnelerle oluşan “Sus, kimseler duymasın!”, erkeklerin kadınlara gönderdikleri sessiz işaretleri inceliyor. Kadınla erkek arasındaki imkânsız ilişkiye, yan yana gelememeye ve erkeğin sürekli olarak kadının dünyasına gönderdiği ısrarcı işaretlere dair bir iş.
Sus, kimseler duymasın
Sergide yer alan bir başka video “Erkek Severse”, kadına yönelik şiddet haberlerinden yola çıkmış bir çalışma. Bu videoda orta sınıf, birbirini seven, öpüşen koklaşan bir çiftin kanepe keyfine tanık oluyoruz. Kahve içiyorlar, gazete okuyorlar ve sohbet ediyorlar. Ancak bütün bunlar olurken birbirleriyle her konuştuklarında ağızlarından çıkan cümleler gazetelerden alınmış kadına şiddet haberleri cümleleri. Gözümüz tatlı bir mutluluk tablosuna şahit olurken, kulağımıza sürekli olarak şiddet cümleleri çalınıyor. Görme ve işitme duyularımızın algıladıkları arasındaki bu kontrast dışarıdaki şiddetle evin içindeki şiddetin birbirinden bağımsız olmadığına, hiçbirimizin şiddetten azade olmadığımıza vurgu yapmayı amaçlıyor.
Erkek Severse
Buraya kadar bahsettiğim işler daha çok içeride tanımlanan kadınlık ve erkeklik ile ilgili diyebiliriz. Sergide yer alan diğer iki iş ise dışarıda iktidarın kendini nasıl kurduğuyla ilgili işler. “Hep o şarkı” videosu kentsel dönüşümün simgelerinden biri olan Tarlabaşı manzarası üzerinde yükselen gökdelenlerin arasında dalgalanan bir bayrak görüntüsünden ve bu görüntüye eşlik eden yeniden bestelenmiş İstiklal Marşı’ndan oluşuyor. Yeni İstiklal Marşı’nı, orijinal marşı oluşturan notaları en uzun notadan en kısa notaya doğru yeniden seslendirerek oluşturduk.
Hep o şarkı
Son olarak “Babaların Babası” adlı çalışma var. Nutuk’ta kullanılan bütün kelimelerin kaç kere tekrar ettiğini saydım. Bu tekrar sayısının incelenebileceği defterlerin yanı sıra askeri, bürokratik, duygular gibi kimi kategoriler altında tekrarlanan kelimeler için birer istatistik tablosu oluşturdum.
Bahsettiğin temalara yer vermeye nasıl karar verdin? Konuları nasıl seçiyorsun? Bu sergiyi nasıl oluşturdun, elinde olan işleri mi birleştirdin yoksa özellikle bu konulara yoğunlaşan işler mi yaptın?
Gündelik hayatta ya da siyaset yaparken kafamı en çok ne kurcalıyorsa işlere de o yansıyor aslında. Konuların seçimi biraz bunlar üzerinden. Ama niye özellikle bu işler yan yana dersen… Karma sergiye iş vermek bir makale yazmak gibiyse, kişisel sergi açmak kitap yazmak gibi. O yüzden ayrı ayrı işlerin bir araya gelip bir söz oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Az önce söylediğim gibi kafamı kurcalayan konularla ilgili başka işler de çıkmıştı bu sürede ancak bir kısmını dışarıda bıraktım. Önemli olan, işlerin tek tek ve yan yana geldiklerinde ortak bir duygu yaratmaya hizmet edebilecek olmaları.
Peki, bu serginin hikâyesi nedir? Toplumsal cinsiyet ve milliyetçilik konularını nasıl seçtin? Videolarda izlediğimiz melodramlar, kanepede keyif yapan çiftin okuduğu haberler gündelik hayattan, tanıdık parçalar. Gökdelenlerin arasında sallanan bayrak veya Nutuk ise hem gündelik hayatın parçalarından bazıları hem de çok daha büyük bir resme aitler. Fakat sergide bu iki tema birbirinden çok kopuk değildi. İlk bakışta birbirinden ayrı görünen milliyetçilik ve toplumsal cinsiyeti sergide nasıl bir araya getirdin?
Nasıl ortaya çıkıyor sorusundan başlarsam… Örneğin, daha önce İstiklal Marşı ile ilgili bir iş daha yapmıştım. Bir iş yaparken bir araştırma da yapıyorsun. Tarihini, etrafında dönen tartışmaları, efsaneleri araştırıyorsun. Kimi zaman bu araştırmaları yaparken iş işi doğuruyor. “Çiftdüşün 1”[ii] isimli işi yaparken marşı araştırıyordum, o sırada internette İstiklal Marşı’nı ezbere okuyan ilkokul öncesi çocukların videolarıyla karşılaştım ve ne kadar çok olduklarına inanamadım. Bu görüntülerden ikinci bir iş çıktı. İstiklal Marşı’nı araştırırken çok iyi bildiğimiz şeylerle ilgili bilmediğim ayrıntılardan etkilendim. Nutuk metnini biliyordum ama Atatürk’ün Nutuk’u Meclis’te altı gün altışar saatten okuduğunu, bunu yabancı ve yerli basın mensupları önünde bir performansa dönüştürdüğünü bilmiyordum. Bu, beni düşündürmeye başladı. Niye bir ülkenin başkanı, kurucusu böyle bir metni Meclis’te, şahitler huzurunda okumaya ihtiyaç duyar? Kurtuluş Savaşı’nın ve devletin kuruluş aşamalarının bir tarihi var; bu süre zarfında değişen fikirler, hem yurtiçinde hem yurtdışında yapılan ittifaklar, bozulan ittifaklar var. Bu sebeple Nutuk devletin kurulmasının üzerinden birkaç sene geçtikten sonra oradaki karışık tarihi temize çekmek gibi… Yani o tarihi yeniden kendi kelimeleriyle yazıyor. Ve artık o, resmi tarih oluyor. O tarihin nasıl temize çekildiği ilgimi çekti ve onun analizini yapmak istedim. “Babaların Babası” da buradan çıkmış oldu.
“Erkek Severse” işindeki kadına yönelik şiddet hikâyeleri de yine hayatın içinden. Kadınım, feministim, dolayısıyla gazete okurken kadına yönelik şiddet haberleri sürekli dikkatimi çekiyor. Özellikle haberlerin verilme biçimleri… Cümlelerin kurulma biçimleri, gazetelerin onlara nasıl başlıklar koyduğu, onları nasıl haberleştirdiği, o dil… Ve bunları biriktirmeye başladım, ne yapacağımı bilmiyordum. “İşler nasıl oluşuyor?” dediğin öyle bir şey… Şiddet benim hayatımda yokmuş gibi görünüyor, ama bu haberler sürekli takip ettiğim, bilgisayarıma kaydettiğim, üzerine düşündüğüm şeyler… “Erkek Severse” oradan çıktı: Orta sınıf bir çiftin hayatında bu haberler nasıl anlam kazanıyor, nerede duruyor? Ya da bu şiddet bizim hayatımızda yokmuş gibiyken aslında nasıl var? Bu sorular üzerine ve bu duyguyu nasıl geçiririm diyerek o orta sınıf heteroseksüel ilişkinin sakinliği ve alışıldık görüntüsüyle, o haberlerin şiddetli dilini çarpıştırıp ikisi arasında bir kontrast yaratmak fikri çıktı ve “Erkek Severse” videosu oluştu.
Erkek Severse
“Hep o şarkı”ya gelirsek; gökdelenlerin arasında dalgalanan bayrak ve İstiklal Marşı’nın yeniden düzenlenmesi… O da bir anlık görüntüden çıktı. Evimde pencereden bakıyorum, Tarlabaşı ve Dolapdere görüntüsü. Tarlabaşı ve Dolapdere olması önemli. Çünkü Tarlabaşı ve Dolapdere kentsel dönüşüm alanları. Üstelik Kürtlerin ve Romanların yoğun olarak yaşadığı ve kentin diğer marjinallerine de yuva olmuş bir semt. Bu semte tepeden bakan bembeyaz iki gökdelen var ve aralarında dev bir Türk bayrağı dalgalanıyor, üstelik yılan diline benzeyen, çatallı bir Türk bayrağı. Bayrağın bütün mahallenin üzerinde dalgalanması anlam olarak çok tehditkâr ama bir yandan da bulutlu karanlık bir gökyüzünde kıpkırmızı, yılan diline, ejderha diline benzeyen bir bayrak çok poetik bir görüntü. Bir anda görüntü üzerine düşünmeye başlıyorsun, gözünü alamıyorsun, kameraya çekiyorsun ve düşünmeye devam ediyorsun. Kimi zaman hiçbir şey de çıkmayabiliyor ama bu işte olduğu gibi üzerine bir fikir daha ekleniyor ve iş oluşuyor.
Erkek Erkeğe
Bu sorunun ikinci kısmı vardı. Bu temalar niye? Çünkü kafama taktığım şeyler var. Sonuçta kadınım ve kadınlıkla ilgili her şey, dolayısıyla erkeklik de beni ilgilendiriyor. Sürekli kendi hayatımda uyanık olmaya çalışıyorum: Hangi cinsiyet rollerini gerçekleştiriyorum, neyi niye yapıyorum, kendimi yakaladığım zamanlarda değiştirmek için uğraşıyorum…. Kafamın bir tarafında bu mücadele varken bunların işlerin içine sızmaması mümkün değil gibi. Ya da milliyetçilik… İzmirliyim. İzmirli olup da bu son iki AKP iktidarı üzerinden milliyetçiliğe ve onun farklı yüzlerine, her iktidar tarafından nasıl farklı şekillerde üretildiğine ve kullanıldığına kafa yormamak mümkün mü?
“Beni Osman Öldürdü”de milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet temalarının birbiriyle nasıl paslaştığını düşünüyorsun?
İktidar her yerde örgütleniyor. Kadına şiddet haberlerinden bahsederken şiddetin evin içinde örgütlenmesinden bahsediyoruz. Ya da ben her gün gazeteyi açtığımda o haberleri görüyorsam benim hayatıma o domestik kanaldan, ev içinden giriyor. Bu erillik aynı zamanda savaşı da, milliyetçiliği de besliyor. Ve milliyetçilik de o eril iktidarı besliyor. O yüzden daha dışarıya ait olanla içeriye ait olanı bir arada kullanmak istedim. Örneğin, melodramlar sinema filmi olarak dışarıya ait gibi görünür. Herhangi bir saatte televizyonu açtığında, herhangi bir kanalda bir melodramla karşılaşırsın; en çok yayımlanan şeylerdendir. İzleyecek hiçbir şey bulamazsın, hemen takılırsın çünkü izlemesi kolaydır. Çok kolay bağlantı kurduğun, hemen takip ettiğin bir şeydir. Çok da kafa yormazsın aslında; kim nasıl temsil ediliyor, kadınlık nedir, erkeklik nedir… Sadece biraz gözün dolar, gülersin, sempatik bulursun. 2012’de, 2013’te çıkmış bir film üstüne iki saat birbirimizle konuşuruz, “Bunu şöyle temsil etmiş, bunu böyle yapmış” diye. Ama o melodramlar çok verili kabul edilmiş şeylerdir. Annenle oturup izlediğin zaman aynı duyguyu paylaşabildiğin filmler bunlar. Güldüğümüz filmler… “A, Tarık Akan da ne kadar gençmiş!” dediğimiz filmler. O yüzden de o filmlerde, üzerine düşünmeden izleyiverdiğimiz filmlerde erkekliğin nasıl kurulduğunu araştırmak çok anlamlı geldi, çok evin içinden, çok tanıdık oldukları için.
Erkek Erkeğe
Ancak bu tanıdık görüntülerde evimizin içine sızan erkeklik ya da kadınlık, ya da iktidarın hayalindeki bireylerin temsili dışarıya ait bir şey olarak Nutuk, dışarıya ait bir şey olarak İstiklal Marşı’nın işlevleriyle birlikte düşünülmek zorunda. Dediğim gibi bunlar, iktidarın nasıl örgütlendiği sorusu üzerinden bir araya geliyorlar.
“Beni Osman Öldürdü” ismine nasıl karar verdin? O filmdeki bir şey mi gözüne çarptı?
Yok, aslında cümle beni etkiledi. İşleri bir şekilde bağlayabileceğimi düşündüğüm bir cümle. Hem bir melodram ismi, hem de şiddet haberleriyle de paslaşıyor. Ve imkânsız bir cümle. Ölü biri onu kimin öldürdüğünü söyleyemez. O imkânsızlığıyla cazip bir cümle. Bir de tabii cinsiyet rollerinden bahsetmişken filmin sonunu anmadan olmaz. Filmin sonunda, film boyunca sekreter olarak bildiğimiz kadının, filmin heyecan unsuru olan mirasın asıl varisi olduğu ortaya çıkıyor. Onu sekreterken seven erkek “Ben seninle birlikte olamam çünkü kadın benden zengin olamaz” diyor. Bunun üzerine kadın da her şeyi reddediyor, adamın eline bakmayı kabul ediyor. Ve bu, aşklarını pekiştiren bir şey oluyor, üstelik adam kadının babasının da gözüne giriyor. Erkeğin kadının zenginliğini kabul edememesi, kadının bunun üzerine her şeyi bırakıp “Sen ne kazanırsan ona razıyım” diyen kanaatkârlığı, erkeğin o gururu… Yani bir sürü sebepten o filmin ismini seçtim.
Sus, kimseler duymasın
“Çiftdüşün” çok etkileyici bir iş. Özellikle ikinci videodan çok etkilendim ben; ilkokul çağındaki veya daha küçük çocukların İstiklal Marşı okuyuşlarını ses olmadan izlemek çok ilginç ve korkutucu. Çocukların ağız hareketlerinden hangi kıtayı okudukları tahmin edilebiliyor ve genellikle de marşı okurken söyledikleri kelimelerle uyumlu hareketleri korkutucu bir biçimde icra ediyorlar. Çocuk “canavar” derken örneğin, canavar taklidi yapıyor kendince.
Evet, İstiklal Marşı ile ilgili araştırma yaparken Youtube’da çok fazla video olduğunu gördüm. Ben sadece on tanesini kullandım ama çocukların İstiklal Marşı’nın on kıtasını birden ezbere okuduğu yüzlerce video var. Bu çocukların kararı değil. O yaşta bir çocuk “Ben İstiklal Marşı’nı ezberleyeyim” demez. Ne dediklerinin farkında değiller, anlamaları mümkün değil o sözleri. Ama bir şekilde bütün vücut dilleriyle onu anlıyormuş gibi, onu hissediyormuş gibi davranıyorlar. Bu çok korkutucu bir imge bence. Bu çocukların İstiklal Marşı’nı ezbere okumaları ve gururlu ailelerin bu videoları internette paylaşmaları iktidarın nasıl örgütlendiğini açıkça gösteren bir şey. Bu çalışmada sesle görüntüyü ayırmayı tercih ettim. Çünkü birlikte gördüğün zaman komik bir his veriyor sadece. Çocuğa gülüp geçiyorsun. Ama sesi görüntüden ayırdığın zaman, vücut dillerinin ne kadar korkunç olduğunu görüyorsun. Ya da görüntüyü çektiğin zaman o ulumaları, böğürmeleri dinliyorsun ve bunları henüz doğru düzgün konuşamayan çocukların dil sürçmeleriyle birlikte duyduğunda işin etkileyiciliği artıyor bence.
İşlerinde genellikle yapıbozum tekniğini kullanıyorsun. Söylediğin gibi sesi kısıyorsun ya da şiirdeki kelimelerin yerlerini değiştiriyorsun, yabancılaştırıyorsun. Bu metodu seçmenin özel bir sebebi var mı?
Evet, var. Ben doğrudan bir söz söylemek istemiyorum. Hepimizin hayatında olan ve kanıksadığımız birtakım imajların, sembollerin ya da melodram gibi televizyonla evimizin içine giren şeylerin biçimini değiştirip insanların karşısına koyduğun zaman onlar zaten kendi sözünü üretiyor. Bu yöntem aradan sanatçı olarak kendimi çekebilmemi sağlıyor. Sanat yapma yöntemlerinden biri sanatçının kendisinin işin içinde benliğiyle, söylediği sözle, hayatıyla var olması da olabilir. Ben ise bütün işi bir metoda bırakıp kendim söz söylememeyi, geriye çekilmeyi tercih ediyorum. O metoda tabii ki ben karar veriyorum ama bu, analitik bir yöntem oluyor. Ben İstiklal Marşı’yla ilgili bir şey söylemiyorum. Marştaki kelimeleri alfabetik sıraya sokmak; kelimelerin tekrarlanmasına, hangi kelimelerin marşta yer aldığına veya yer almadığına dair işin, kendi kendine bir söz söylemesi demek. Herkes orada başka bir şeye dikkat ediyor ya da onu başka bir şey üzerinden yorumluyor.
“Çiftdüşün”e internetten herkes ulaşabiliyor. “Beni Osman Öldürdü”deki videolar da izlenebiliyor mu veya izlenebilecek mi?
Şu anda izlenemiyor. Çok yeni işler bir süre dolaşımda kalacağı için genelde hemen internete koymuyorum çünkü bir sergileme içinde, sergileme biçimi ile birlikte düşünülmesi, değerlendirilmesi de önemli. Bu şekilde yeterince dolaştığına inandığım zaman paylaşmaya başlıyorum. İnternetten yaymak da önemli bence, ulaşılabilirlik hoşuma gidiyor.
Peki, bu işlerine nasıl tepkiler aldın? Özellikle “Çiftdüşün”e; çünkü az önce de söylediğim gibi internetten çok kolay ulaşılabiliyor, izlenebiliyor.
Öyle tehditkâr bir şey gelmedi açıkçası. Türkiye’de yaşamıyordum “Çiftdüşün” işlerini yaptığım sırada. İnternette “Hele bir Türkiye’ye dönsün de” gibi yarı tehditkâr cümleler gördüm. Ama çok doğrudan bir tehdit almadım. Erişilebilirlik meselesine gelince, sen ilgilendiğin için arıyorsun ve buluyorsun işleri. Ya da sergilere gelen kitle belli bir kitle. Onlar içinden de bundan rahatsız olacak insanlar az oluyor. Ama insan endişeleniyor tabii. Sonuçta bir okulda çalışıyorum. Benim başıma gelmedi ama işlerinin içeriği yüzünden bir sürü insanın okulla ilişiği kesildi Türkiye’de. Zamanında Taner Ceylan’ın başına gelenler gibi[iii]… Olumlu tepkileri daha çok hatırlıyorum. Çiftdüşün 1’e kimileri çok gülüyor, komik geliyor, kimileri de dehşete düşüyor. İlginç bir şey. Yurtdışında da birden çok kez sergiledim bu işi ve hiç altyazı da koymadım, gerek duymadım. Sadece bunun alfabetik sıraya sokulmuş bir milli marş olduğu söylediğin anda insanlar kendi marşlarını düşünerek çok rahat bağlantı kurabiliyorlar.
Artistryourself.com[iv] oyunundan bahsedebilir misin biraz? Nasıl bir oyun? Nasıl ortaya çıktı?
O da bir tecrübeden çıktı. Türkiye’de okulu bitirdim, araştırma görevlisi oldum, o kadar ağır bir tempoda çalışıyordum ki üretim yapamaz oldum. Sonra orayı bıraktım, yurtdışına gitmeye karar verdim. Türkiye’den gelmiş biri olarak bir sürü klişe ile mücadele etmen gerekiyor. Yolunu bulmaya, kendine yer açmaya, ne yapacağına karar vermeye çalışıyorsun ve sürekli olarak başka başka insanlardan başka başka yorumlar duyuyorsun. Kendi hayatıma baktım, arkadaşlarımın hayatına baktım. Bize neler söyleniyor, nelere zorlanıyoruz o kariyerin içerisinde, neler tavsiye ediliyor? Bunlarla dalga geçmek istedim aslında.
Zeyno Pekünlü
O ağırlığı, üzerimdeki baskıyı hafifletmek için yapılmış bir oyundu Artistryourself oyunu. Macera tüneli kitapları vardır ya, şuna karar verdiysen şu sayfaya geç, bunu yapıyorsan bu sayfaya geç diyen… Onun gibi her seferinde iki soru çıkıyor karşına ve yaptığın tercihlere göre –tabii ki çok basitleştirilmiş bir şema- yaklaşık on-on beş hamlede sonuca varıyorsun. Aslında bu oyunla bir şeyleri beyan etmiş oluyorsun. Mesela altsınıftan ve kadınsan sanatçı olma olasılığın neredeyse yok gibi. Orta sınıfsan o yol daha açık ilerliyor. Ya da belirli kimlik meselelerini sorun ediyorsan, aktivist ve sanatçı olma yolunda çok çatallanıyor yol, o tarafa mı gidiyorsun, bu tarafa mı gidiyorsun? Hem bir otoportre hem de etrafımda gördüğüm insanların, kendi arkadaşlarımın portesi gibi. O yüzden de oyunun hamleleri için kişisel fotoğraflar kullandım, o da bilinçli bir tercihti.
Oyunu birkaç kere oynadım, hiçbirinde sanatçı olamadım.
Ama oyun biraz öyle tasarlandı, olamamak üzerine.
Ne yapmam gerekiyordu?
Ya sistemin suyuna gitmen gerekiyor ya da kendi yolunda aşırı inatçı olman.
Sanatçı olmanın bazı gereklilikleri var, diyorsun yani.
Tabii ki. Eğer bunlara sahip olursan –yerine getirirsen bile değil, sahip olursan- sanatçı olabilirsin, diyor oyun. Birtakım sınıfsal önceliklere ve eğitime dair ayrıcalıklara sahip olursan, “doğru” tercihleri yaparsan, inat edersen başarılı oluyorsun. Tabii ki bu genelleştirilmiş bir şema, her zaman doğru olmak zorunda değil, bambaşka örnekler de var. Ben Mimar Sinan’da okurken şehir dışından gelip Mimar Sinan’da okuyabilen sayısı çok azdı, öğrenciler genellikle İstanbullulardı. Çünkü bu okula girmek için belli standart çizimleri yapabilmek, bu çizimleri yapmak için de belli kurslara gitmek gerekiyor. Okula girmek için dosya sunmuyorsun, dosyana göre seçilmiyorsun, tek bir sınavla seçiliyorsun. Ve o sınavın belli gereklilikleri var, nasıl dershanede sana öğretilen soru çözme teknikleri varsa, Mimar Sinan’a girmek için de böyle kodlar var. Onları öğrenmeden senin “Yetenekliyim”, “Resim okumak istiyorum” diye gelip bu sınavı kazanman mümkün ama çok çok zor bir olasılık. Ben de, İzmir’den gelip, birkaç ay İstanbul’da kalıp kursa gittim. O kursa gitmeseydim muhtemelen kazanamazdım, ki İzmir görece imkânların olduğu bir şehir. O kursa gidebilmek, birkaç ay İstanbul’da kalabilmek de en azından orta sınıf bir aileye sahip olmayı gerektiriyor. Yani nasıl ki Boğaziçi’nde okumak büyük dershane masrafını karşılamak anlamına geliyorsa, sanat alanında da benzer harcamalar yapman gerekiyor. Tabii ki bunun dışında bir durum söz konusu olamaz demiyorum ama oyunun dayandığı genelleme içinde cinsiyet ve sınıf önemli faktörler.
Cinsiyet ve sınıf önemli faktörler dedin. Eğitim hakkında konuşurken sosyal sınıfın ne denli önemli bir faktör olduğundan söz ettik. Peki ya cinsiyet? Bir kadın bu alanda nasıl var olabiliyor, sanatçı olma yolunda bu oyunda nasıl zorluklarla karşılaşıyor?
Söylediğim gibi, ben resim bölümündeydim ve resim bölümlerinin büyük çoğunluğunu hâlâ erkek hocalar oluşturuyor. Resmin tarihsel geleneği yüzünden “Kadınlar resim yapamaz” diye bir inanç vardır bu hocalarda. Senin kendini kanıtlaman bir erkek öğrenciye göre her zaman daha zor olur. Ya da “İşin kadınsı olmuş” diye eleştirilirsin, erkeksi olması matah bir şeymiş gibi. Feminizmin 1960’larda ve 1970’lerde yükselişiyle birlikte kadın sanatçı sayısında ciddi bir artış oluyor dünyada. Kadınlar genelde resim alanını değil, fotoğraf, performans, video gibi erkek egemen olmayan dalları tercih ediyorlar. Oralarda bir alan yaratıyorlar kendilerine. Bunun dışında, kimse bunu dillendirmese, kabul etmese bile, yatırım yapılan genç sanatçılar genelde erkek oluyor. Yirmili yaşlarının sonunda, otuzlu yaşlarının başında birtakım star genç sanatçılar çıkar, onlar hiçbir zaman kadın olmazlar, genellikle erkek olurlar. Çünkü uzun vadede bu, daha garanti görülür. Kadının kendini kanıtlaması kırklı yaşlarına doğru bir istikrar sonucunda gerçekleşiyor, birtakım kapılar bu istikrarın sonunda açılıyor. O starlık kültürü üzerinden konuşursak, iki üç iş yapmışken kimse seni ayakta alkışlamaya başlamıyor. Kadınlardan, önce bir istikrar bekleniyor: Bakalım on sene boyunca tutarlı bir biçimde işini yapabilecek mi? Bu, işe girerken sana yakın zamanda çocuk doğurmayı, evlenmeyi düşünüyor musun diye sormaları gibi. Tabii, sanat alanında kimse bunu iş görüşmelerindeki gibi sormuyor ama böyle bir şey var bence, böyle bir ayrımcılık var.
Sonuçta baktığın zaman çok sayıda kadın sanatçı var, ama eğer başarı parametrelerini çok kurumsallaşmış yerlerde sergi açmak ya da satışla değerlendirirsek orada daha çok erkek var. Yani toplama baktığın zaman eşit gibi görünen şey, değerlendirmelere, başarı parametrelerine baktığın zaman erkeklerde yoğunlaşıyor. Tabii ki kimse bizi engellemiyor, işlerimizi gösteremiyor değiliz ama standardı oluşturan yerlerde sergileyebilmek ya da standardı oluşturan koleksiyonlara girebilmek için kadınların belli bir istikrar göstermesi ve kendini kanıtlaması gerekiyor.
Söyleşinin başında “Kadınım ve feministim.” demiştin. Peki, böyle bir kadını nasıl zorluklar bekliyor?
İnatçı olman gerekiyor, bir süre yaptıklarının “görünmez” olmasını göze alman gerekiyor ve aslında bunlara çok da kafayı takmamak gerekiyor bence. Sonuçta internetin olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hiç kimse hiçbir işini göstermese bile sen gene de kendi mecranı yaratabilirsin. Ben buna inanıyorum. O mecra illaki en büyük yerlerden, en büyük başarıdan, en iyi sergi salonlarından geçmiyor. Kadınlardan daha uzun süre inatçı ve istikrarlı olmaları bekleniyor dedim ya, bu söylenmek değil, bir gözlem ve diğer meslek gruplarından çok da farklı değil demek aslında. Sanat çok muhteşem, ulvi bir şey de biz de bundan azadeyiz gibi bir durum yok sadece.
Aktivizm ve sanat arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun?
Birbirlerinden besleniyorlar elbette. Benim kendi adıma daha çok önemsediğim kısmı işlerimde vurguladığım sorunlarla ilgili siyasetin de bir parçası olmak. Çünkü yalnızca işlerde bunlardan bahsetmek yeterli değil. Türkiye’de ve dünyada çok sayıda politik olarak angaje diyebileceğimiz iş yapılıyor ama bunlar kurumların ve galerilerin çerçeveleri içinde yapılıyor, ulaşılabilirlik bir sorun olarak önümüzde duruyor.
İşlerine gelen tepkileri sorduğumda da benzer bir cevap vermiştin, “Zaten belli bir kitle geliyor sergiye ve onlar da bu işten rahatsız olacak insanlar değil” demiştin.
Evet, ama bu klişe anlamıyla “Sanat sokağa çıksın” demek değil. Zaten bu, çok da mümkün değil çünkü bunu tüketebilmek için de belli bir birikim, tecrübe, zaman ayırmak gerekiyor. Bir şeyleri üst üste koyarak, ilgilenerek inşa edilen bir birikim olmaksızın pek çok işle ilişki kurmak imkânsız. Bu, “Sanat sokağa çıktı, ne güzel herkes bu işi gördü, anladı” diye olabilecek bir şey değil. Çok daha uzun ve çetrefil bir konu, kimin nasıl tükettiği. Yalnızca kendim için cevap verirsem sanat ve siyasetin ilişkisi benim için olduğum insan üzerinden anlamlı. İşlerimde bahsettiğim konular için mücadele ediyor muyum, aynı konuların çevresinde örgütlü müyüm? Bunları işime yalnızca malzeme mi ediyorum yoksa gerçekten uğraşıyor muyum?
Bu alanda feminist bir söz üretmek nerede duruyor sence?
Tam burada duruyor işte. Feministim ve üreteceğim sözün feminist olmaması zor. Bence çok feminist işler üreten kadın sanatçıların bir kısmı feminizm kelimesinden korkuyor, “Ah hayır, ben feminist falan değilim” diyorlar.
Peki, sence bu kelime nasıl böyle korkulacak hâle geldi?
Feminizm kelimesine yüklenen kötü anlamlarla ilgili. Bıyıklı feminist, çirkin feminist, erkek düşmanı feminist gibi imgeler popüler kültür tarafından senelerce beslendi. Sadece popüler kültür tarafından da değil aslında, Nişanyan ve ODTÜ eylemcilerini hatırlayalım. Ama insanlara “İşte bak feminizm tam da bu, senin yaptığın her şey, hayatını yaşama şeklin feminist” dediğin zaman kimileri “Aa, evet hakikaten” diyor, kimileri “Hayır, yine de ben feminist değilim” diyor. Bunu sadece sanat camiası için söylemiyorum; feminist kelimesinden çok sayıda insan korkuyor. Ve en fazla yapmamız gereken şeylerden biri de o kelimeyi negatif çağrışımlarından kurtarmak. Bu yüzden ben yerli yersiz herkese söylüyorum feminist olduğumu (gülüyor). Kendi hayatımda bununla çok uğraşıyorum. Bir ara çok güzel bir rozet vardı, “Feminist bana benzer” diye. O bence çok güzel bir tersine çevirmeydi. Yakana taktığın zaman “İşte bu, karşında oturuyorum ve feministim” diyorsun. Sınıfsal meselelere de, milliyetçiliğe de, militarizme de, heteroseksizme de, göçmen haklarına da, bir sürü alana feminizm teorisi üzerinden yaklaşabilirsin ve yaklaşmalısın. Feminizm bir sürü başka şey için de kullanabileceğimiz bir cetvel. Feminizmin sadece kadınlar için eşitlik arayışı olmadığının da mücadelesini vermek gerekiyor.
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz.
[i] Zeyno Pekünlü’nün çalışmaları http://zeynopekunlu.blogspot.com’dan takip edilebilir.
[ii] “Çiftdüşün 1” ve “Çiftdüşün 2” videolarına http://zeynopekunlu.blogspot.com/2009/01/doublethink-1_08.html ve http://zeynopekunlu.blogspot.com/2009/01/doublethink-2.html linklerinden ulaşılabilir.
[iii] Taner Ceylan, 2003’te “Aileye Mahsus” adlı karma bir sergide yer alan eşcinsellik temalı resminin çalıştığı Yeditepe Üniversitesi Plastik Sanatlar Bölümü’nce müstehcen bulunması sebebiyle istifa etmeye zorlanmıştır.
[iv] www.artistryourself.com adresinden erişebilen oyun, sanatçı olmak isteyen bir gencin sahip olduğu özelliklere ve yaptığı tercihlere göre sanat kariyerinin nasıl şekilleneceğini anlatıyor.