Skip to main content

Türkiye gündemi hızla ve keskin olaylarla, süreçlerle değişiyor. Bizler, Gezi ve sonrasındaki eylemleri, park forumlarını, yerel seçimleri, barış sürecini tartışıp bu alanlara hem feminist müdahalelerde bulunma hem de feminist analizlerle bu süreçleri anlama çabası içindeyken, 17 Aralık’la birlikte Türkiye’de yüksek siyaset mecrasının, deyim yerindeyse, kirli çamaşırları ortaya döküldü. Dilimize yerleşmiş olan “devletin malı deniz…” ifadesini de göz önüne alacak olursak, bu “kirliliklerin” iktidara ilişkin tarihsel bir bilgi olarak yerelde zaten mevcut olduğunu biliyoruz. Bugün gündeme gelen yolsuzluk vakalarını Türkiye siyasi ve ekonomik tarihinde bir “sapma” olarak değerlendirmek güç. Yolsuzluğun Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını, kapitalizme içkin bir pratik olduğunu biliyoruz ve katılımcı ekonomik modeller ve özgürlükçü demokratik siyası yapılar kurmadığımız sürece yolsuzluk olgusu hayatımızın bir parçası olmaya devam edecek. Ancak ifşa edilen vakalar, denetim mekanizmalarının neredeyse tamamen ortadan kalktığını ve yolsuzluğun rutin bir pratiğe dönüştüğünü gösteriyor. Ayrıca, yılların birikimi olduğu görülen ve “vakti gelince” ortaya çıkarılan “tapeler” de yalnızca yolsuzluk skandallarını dökmekle kalmadı, basına ve yargıya yapılan müdahaleleri de açığa çıkardı. İşin trajik kısmı ise iktidar bu ses kayıtlarının bir kısmını meşru konuşmalar olarak sahiplendi. Tüm bunlar demokratik bir sistemin minimum kriterlerindenbile ne kadar uzağa düştüğümüzü gösteriyor.

17 Aralık operasyonlarıyla gündeme oturan paralel devlet yapılanması, 90’ların derin devletinden bugünün paralel devletine geçiş sürecinin açığa çıkan, “ortalığa dökülen” birçok ayağı, uzantısı ile birlikte tartışılıyor ve tartışılmaya da devam edecek. Savaşın en sert dönemi olan 90’larda Jitem’den Hizbullah’a kadar derin devletin çeşitli yapılanmaları ağır savaş suçları işliyor, insan hakları ihlallerine imza atıyordu. 90’lardaki derin devlet, gücünü askeri vesayetten alıyordu ve bugünkü hükümet askeri vesayeti, derin devleti ortadan kaldırmak, demokratik adımlar atmak vaadiyle iktidara gelmişti. Bugün çatışma halindeki AKP ve cemaat, KCK’den, Ergenekon’a ve Balyoz’a kadar içinde ciddi hak ihlalleri barındıran siyasi davaları birlikte yürütmüşlerdi. Ve geldiğimiz noktada, iktidara gelmek üzere kurulan ittifak parçalandığında, derin ve de paralel devletler yine işbaşındaymış gibi görünüyor. Görev aşkıyla bir süredir içeride sırasını bekleyenler çoktan eşyalarını hazırlamaya başladı bile. Düne kadar hükümete darbe ile en ağır şekilde suçlanan askerlerin bir kısmı “hayırlı olsun” tebrikleri eşliğinde çıkmaya başladı, “tanırız biz, iyi çocuklardır” denilen Erhan Tuncel ya da Zirve davası sanıkları da aynı şekilde içeriğideki mecburi misafirliğini tamamlamış görünüyor. Çıkanlar bir bir hak ihlallerinden, uzun tutukluluk sürelerinden, adaletsizlikten dem vurmaya devam ederken, hasta tutsaklardan ya da KCK tutuklularından bahseden şimdilik kimse yok.

Derin devlet yapılanmasını ve sonrasında da paralel devlet yapılanmasını kapsayan son 30-35 yılın merkezinde ise savaş ve son dönemdeki barış/çözüm süreci duruyor. Savaşın, nasıl bir rant alanı olduğunu, devletin militerleştikçe ne derecede kirlenebileceğini, sertleşebileceğini ve demokrasiden uzaklaşabileceğini, dünyanın her yerinde olduğu gibi, özellikle savaşın yoğun bir şekilde yaşandığı günlerde Türkiye’de de yaşadık ve gördük. Eril şiddetin bir işkence ve sindirme yöntemi olarak devlet tarafından yaygın bir şekilde kullanıldığına şahit olduk. Barış/çözüm süreci, ilk aşamada ölümlerin durmasını sağladı ve bizler öncelikle bu nedenle barış sürecini sahiplendik ve destekledik. Ancak bunun da ötesinde, barış ortamıyla birlikte, savaş boyunca daha da kirlenmiş, anti-demokratikleşmiş ve eril şiddeti en sert biçimiyle sahiplenmiş bir devlet yapısının demokratikleşmesi ve erilliğinden sıyrılması için yeni mücadele alanlarının ortaya çıkacağını düşünerek sahiplendik. 17 Aralık operasyonları ile başlayan süreç ise barış sürecine gölge düşürme potansiyeli nedeniyle barış sürecini sahiplenen, Türkiye’de silahların yeniden konuşmaya başlamasını istemeyen kesimlerce, hırsızlıkların/yolsuzlukların açığa çıkmasının ötesinde bir anlam taşıyor. Devlet ve paralel devlet arasındaki kutuplaşma, barış sürecine dair bir kutuplaşmayı da içinde barındırıyor. AKP ve cemaat arasındaki çatışma MİT kriziyle kamusal anlamda görünür olmuştu ve bu vakanın kendisi doğrudan çözüm süreciyle bağlantılıydı. Diğer taraftan AKP’nin nasıl bir barış istediği geçtiğimiz günlerde yürürlüğe giren anayasa değişikliklerinde kendini göstermişti. Örneğin anadilde eğitim hakkının özel okullarla sınırlı tutulması AKP’nin tahayyül ettiği barış ortamının çerçevesine dair bir örnek sunuyor. Geldiğimiz noktada çözüm sürecinin hâlâ yasal güvenceye alınmamış olması ise sürecin gidişatına dair ciddi soru işaretleri oluşturuyor. Dolayısıyla AKP’nin istediği barışın demokratik bir devlet yapısını da beraberinde getireceğini iddia etmek olanaksız. Diğer taraftan, AKP’nin kendini koruma refleksiyle çok hızlı bir şekilde gündeme getirdiği HSYK değişiklikleri, internet yasası, MİT yasası gibi antidemokratik uygulamalar, devleti sanat kurumları üzerinde tahakkümcü bir güç olarak yeniden kurgulayan TÜSAK (Türkiye Sanat Kurumu) yasası, kürtaja ilişkin düzenlemeler, aile hekimliğinin kadınların mahremiyetini hiçe sayması… vs. örnekler AKP Türkiyesi’nin demokrasiye olan mesafesini gösteren örneklerden sadece birkaçı. Hem AKP’nin anti-demokratik pratiklerine, hem dünyadaki diğer barış süreçlerine bakarak barış sürecinin kendiliğinden demokrasi getirmeyeceğini biliyoruz; ancak barış sürecinin demokratik mücadele alanlarımızı genişleteceğini öngörebiliriz. Bu alanların Türkiye siyasetini, yerel siyaseti ne kadar etkileyeceği, demokratikleştireceği ve cinsiyetçilikten uzaklaştıracağı, farklı gündemlere sahip muhalif odakların bu alanları nasıl işlevli bir şekilde kullanacağına bağlı. Şu aşamada silahların yeniden konuşmaması için mücadele etmek ise ciddi bir öncelik olarak karşımızda duruyor.

Şu anda siyasi tartışmalar ve analizler AKP ve cemaat arasındaki iktidar savaşına odaklanmış durumda. Ancak 17 Aralık öncesinde Türkiye siyasi gündemi AKP’nin (bir seçim hazırlığı olarak da) özellikle tetiklediği seküler ve dindar kanat arasındaki kutuplaşma ekseninde belirleniyordu. Fiili olarak hâlâ devam eden ve öncesinde olduğu kadar olmasa da medyatik önemini koruyan bu kutuplaşmanın üzerinde yürüdüğü hat büyük oranda toplumsal cinsiyet politikaları ile şekilleniyor. Geçtiğimiz günlerde “doğum kontrolü”ne karşı savaş açtığını söyleyen Erdoğan, bu çıkışıyla “seküler” ve “dindar” kesimler arasındaki çatışmayı kadınlar üzerinden (ve tabii ki LGBTQİ bireyleri yok sayarak) yeniden kışkırtacağının sinyallerini verdi. Kürtaj, sezaryen, doğum kontrolüne dönük bu tarz söylemlerin yüksek siyaset düzeyinde kalmadığını, özellikle aile hekimliği gibi sağlık kurumları ve sağlık alanındaki düzenlemelerle kadınların hayatına çok ciddi müdahale ettiğini basına da yansıyan pek çok örnekte gördük. Kadınların hamile olup olmadıkları ailelerine bildirildi, kürtaj olmaları, dolaylı yasal prosedürlerle engellendi. Bir sosyal devlet pratiği olması gereken ve insanlara sigortaları bağlamında sağlık hizmeti sunma sorumluluğu olan aile hekimliği neredeyse aile komiserliğine dönüşerek kadınların doğurmalarını garanti altına almaya çalışan mekanizmalar haline gelmiş durumda.

Kadınlardan sadece doğurmaları ve namusları bağlamında söz eden Erdoğan, geçtiğimiz günlerde yeniden gündem olan Gezi eylemleri sırasında Kabataş’ta başörtülü bir kadının tacize ve şiddete maruz kaldığını iddia ettiği vaka bağlamında kadınlardan, bu sefer feministlerin sahiplendikleri söylemleri kullanarak bahsetti. Ortaya çıkan kamera görüntülerinin olayın fiziksel bir saldırı içermediğini göstermesinin ardından, Erdoğan kadının beyanına neden sahip çıkılmadığını sorarak, bizlerin yıllardır mücadelesini verdiği, hem muhalif yapıların hem de devlet yargısının sahiplenmesini talep ettiği bu ilkeyi siyasi manevra aracı olarak kullanmaya çalıştı. Gezi eylemlerine katılan kadınlar olarak, başörtülü kadınların Gezi süreci boyunca çeşitli tacizlere uğradığını biliyorduk. Tam da bu nedenle Gezi eylemlerine katılan kadınlar, feministler olarak olayı protesto eden bir eylem düzenledik. Bugün Kabataş olayının “düzmece” bir hikâyeden ibaret olduğunu, bir kadının başına gelebilecek böylesi korkunç bir olayın eril bir zihniyet tarafından kendi siyasi çıkarlarına alet edilmek üzere “uydurulduğu” kanıtlanırsa yine şaşırtıcı bir durum oluşmaz; çünkü yine erkek egemen, kirli bir yüksek siyaset alanından bahsediyoruz. Burada kritik olan nokta devletin en yetkili kişisi, bir kadın adına, o kadının kendi sesini duyamadığımız bir siyasi ortamda, feminist ilkeleri manipüle ederek kendi siyasi savaşında kullandığında öncelikle feminist kazanımlara ve ilkelere sahip çıkabilmemiz.

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız oldukça hareketli ülke gündemi eşliğinde bir 8 Mart daha kapımızda. 7 Mart günü basına bir haber düştü. 21 yaşında bir üniversite öğrencisi erkek arkadaşından aldığı tehditleri iki defa polise şikâyet etmiş ve koruma talep etmişti, ne var ki “gelenek” bozulmadı ve polisin korumak için hiçbir önlem almadığı Özge, halk otobüsünde eski erkek arkadaşı tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Bu bir ilk değil ve gidişat gösteriyor ki gereken önlemler alınmadığı müddetçe böylesi haberleri daha pek çok kez okumaya devam edeceğiz. Biz her 8 Mart barış ve özgürlük temennileri ile sözümüzü tamamlıyoruz ve kadınların öldürülmeyeceği bir ülkede yaşamayı diliyoruz.  Bu 8 Mart’ta da yine inatla barıştan yana taraf oluyoruz ve kadınların özgürlüğünden, yaşamından yana olduğumuzu yineliyoruz. Birlikte güçlü nice 8 Mart’lara…

*******

Çözüm sürecine dair feministlerin, kadın hareketi aktivistlerinin eleştirilerinin bir ayağını kadınların sürece dahil edilmemesi, sürecin toplumsal cinsiyet perspektifinin göz ardı edilmesi oluşturuyordu. Böyle bir perspektiften hareketle Barış için Kadın Girişimi sürece dahil olabilmek, kadınların barış sürecine ilişkin taleplerini ve eleştirilerini kamusal alanda görünür kılmak üzere çeşitli aktiviteler düzenledi. Girişim bileşenleri gözlem ve temas grupları oluşturarak meclisteki siyasi partilerle, KCK’li kadınlarla görüştü, Dersim’de çekilme sürecini gözlemledi, Türkiye’nin doğusunda ve batısında kadınlarla buluşmalar organize ederek onlarla barış süreci üzeri tartışmalar yürüttü. Tüm bu gözlem ve incelemelerini hazırladığı bir raporla kamuoyu ile paylaştı. Biz de bu sayımızda Barış için Kadın Girişimi’nden Feyza Akınerdem, Filiz Oğuz ve Nükhet Sirman ile görüştük ve barış sürecini, hazırladıkları raporu ele aldığımız “Barış Sürecinde Kadın Politikası” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Geçtiğimiz aylarda yoğun bir şekilde tartışılan özel hayata çok ciddi bir müdahale potansiyeli taşıyan bir konu da “kızlı-erkekli” meselesiydi. Bu konu sadece bir tartışma başlığı olarak kalmamış; gençlerin, öğrencilerin evleri polis ya da komşu tacizlerine maruz kalmıştı. Begüm Uzun “Devlet, Makbul Gençler ve Genç Kadınlar Bağlamında Kızlı-Erkekli Ev Meselesi” yazısında bizleri konuyu “yaşam tarzına müdahale” bağlamının ötesinde, genç kadınların bedenlerini ve cinselliklerini denetlemeye dönük bir hamle olarak ele almaya davet ediyor. Bu müdahaleyi tarihsel bir perspektifle ele almanın önemli olduğunu, yakın dönemdeki benzer devlet müdahalelerine referansla değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Dünyanın birçok yerinde kadın aktivistlerin içinde yoğun bir şekilde yer aldıkları hareketlerden birisini ekolojik hareketler oluşturuyor. Patagonya’da Mapuçe halkının madencilere ve topraklarına, sularına el koyacak kalkınma projelerine karşı yürüttükleri mücadele de bunlardan biri. Akgün İlhan “İyi Yaşam: Toprak, Kimlik ve Mücadele” başlıklı yazısında Mapuçelilerin topraklarını korumak üzere verdikleri mücadelenin aktivistlerinden olan Moira Millan ile yaptığı görüşmeden edindiği izlenimleri bizlerle paylaşıyor.

Türkiye’deki ekolojik hareketlerin mücadele alanlarından birisini HES karşıtlığı oluşturuyor. HES direnişinde kadınlar aktif olarak yer alıyorlar. Özlem Işıl ve Özlem Aslan, “Kadınlığın Su Hâli: HES Direnişlerindeki Karadenizli Kadın Temsilleri Üzerine Bir Deneme” başlıklı makalelerinde Karadanizli kadınların HES direnişlerindeki temsillerini tartışmaya açıyorlar. Karadeniz’de yürüttükleri alan araştırmalarından edindikleri izlenimlerden hareketle, Karadenizli kadınların HES direnişi bağlamındaki yaygın temsillerini yereldeki pratiklerle karşılaştırıyor, Karadenizli kadınların hem anaakımdaki hem de ekolojik hareketlerdeki temsillerine eleştirel bir bakış açısı geliştiriyorlar.

Televizyon, ne kadar eleştirel yaklaşırsak yaklaşalım, hepimizin hayatında belirli bir zaman ve yer kaplıyor. Yeşim Usta Araf adlı filminde televizyonun umut ve ihtimaller sunan bir makine olarak insanların hayatlarını şekillendirme kapasitesini anlatıyor. Feyza Akınerdem “Bir İhtimal Daha Var mı? Zalim İyimserlik ve Televizyon” başlıklı yazısında Araf üzerine bir denemesini bizlerle paylaştı.

Televizyonun ideolojik işlevi birçok alanda birçok çalışmanın konusu olmuştur. Televizyonun ideolojik misyonunun en görünür olduğu yayınların başında kamu spotları geliyor. Özellikle son yıllarda sayısı ciddi bir şekilde artan ve işlediği temalar çeşitlenen kamu spotlarını, Ayça Günaydın ve Zeynep Özdoğan “Biz Büyük Bir Aileyiz: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kamu Spotları” başlıklı yazılarında ele alıyorlar. Makalede aile temalı kamu spotları, dünyada ve Türkiye’de kamu spotlarının tarihsel arkaplanı ile birlikte ve devletin güncel aile politikaları bağlamında değerlendiriliyor.

Son olarak, bu sayımızda Sara Ahmed’in “Oyunu Bozmak: Feminizm ve Mutluluğun Tarihi” makalesini Türkçeye çevirdik. Sara Ahmed bu makalesinde “mutluluğun” tarihsel olarak nasıl kurgulandığını ve kavramsallaştırıldığını inceliyor ve bu kurgunun ve kavramsallaşmanın dışarıda kalanlar, yani “mutsuzlar” üzerinden anlamlandırılmasını, analiz edilmesini öneriyor. Buradan bakarak, mutluluğun nasıl cinsiyetçi bir şekilde işlevlendirildiğini ve feminizmin mutluluğa yabancılaşma kapasitesinin kadınlar için nasıl özgürleştirici bir alan açtığını vurguluyor.

 

Leave a Reply