Skip to main content
Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar dergisinin 23. sayısını, savaşların ve sınır tanımaz kâr hırsının hüküm sürmediği bir dünyada yaşama özlemini bizlere hatırlatan önemli gelişmeler eşliğinde yayıma hazırladık.

Hepimizin yakından bildiği gibi, Türkiye’yi yönetenler uzun zamandır sağladıkları ekonomik büyüme ve kalkınmayla övünüyorlar. Bu büyüme ve kâr hırsı fütursuzca ilerlerken, geçtiğimiz ay Soma Madeni’nde yaşanan katliam, ekonomik büyüme yolunda insan hayatının, hakkaniyetin nasıl ayaklar altına alındığını çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Resmi rakamlara göre 302 madencinin yaşamını yitirdiği bu katliam, işçilerin insanlık dışı çalışma koşullarını kamuoyunun gündemine sarsıcı bir biçimde taşıdı. Soma katliamından kısa süre sonra Şırnak’taki bir  kömür ocağında bir kişinin hayatını kaybettiği bir göçük yaşandı ve bu olay gazetelerin satır aralarında küçük bir haber olarak yer aldı.

Soma katliamıyla gördük ki özel sektöre devredilen doğal kaynakların kullanımında üretimi artırmak için izlenen yol, işçileri daha az ücretle daha çok çalıştırmak, iş güvenliğine yapılan yatırımları kısmak, işçileri bankalar ve kredilerle borçlandırılmış bir yaşama mahkûm ederek güvencesiz koşullarda çalışmaya mecbur bırakmak… Soma Madeni’nde yaşanan katliam sonrasında devlet yetkililerinin, bizzat başbakanın yaklaşımı ise katliamı mesleğin fıtratından saymak, Soma halkının üzerine devletin polis güçlerini salmaktı!

İşçilerin haklarını korumakla yükümlü sendikalar ise katliam sonrasında büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Soma katliamı sadece devleti değil, muhalefeti de kendi insanlığı ve sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda bırakıyor. Katliamı hazırlayan süreçte sendikaların içinde bulunduğu atalet, sendikal siyasetin de işçiler lehine işlemediğini açıkça ortaya koydu.

Erkek işçilerin çalıştırıldığı madende siyasetçilerin, işverenlerin ve emek örgütlerinin sorumsuzlukları sonucu 302 hayat kararırken pek çok hane, hayatı yeniden kurmak zorunda olan kadınlara kaldı. Kadınların hayatı yeniden kurma çabası savaş ve katliam ikliminin hüküm sürdüğü coğrafyamızın pek çok yerinde devam ediyor. Türkiye, bir yandan otuz yıldır süren iç savaşı sonlandırmaya çalışırken diğer yandan yeni savaş hazırlıklarını düşündürten gelişmelere sahne oluyor. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Lice’de kalekol yapımlarına karşı çıkan halk eylemlerinde askerin açtığı ateş sonucu iki kişi daha yaşamını yitirdi.

Son bir buçuk yıldır Türkiye’deki en önemli gelişmenin çatışmaların durması ve Doğu’dan asker ve gerilla ölümlerinin gelmemesi olduğu iddia edilebilir. Ancak diğer yandan Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı illerde, devlet şiddeti yaşanmaya ve can almaya devam ediyor. Diyarbakır’daki bu gelişmeleri yerinden takip etmek için bölgeye giden Barış İçin Kadın Girişimi’nin raporu çarpıcı gözlemler içeriyor: Kalekol yapımları bölge halkı için asker baskısını, ölümü, tecavüzü ve işkenceyi hatırlatan şiddet politikalarının devam ettiği,  devletin savaşın yarattığı tahribatla yüzleşmek yerine halkı daha fazla güvenlikle kontrol altında tutmak istediği anlamına geliyor. Tüm bunların yanında kalekol yapımları kadınlar için hayatlarının her an güvenlik güçleri tarafından izlenebilir ve müdahale edilebilir olması demek. Barış süreci denen bu süreçte bölge halkı kendilerine güven veren bir politika değişikliği görmüyor.

Diyarbakır’da çocukları dağa giden bir grup kadın çocuklarının geri dönmesi için eylem yapıyor,  siyasetçilere ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne sesleniyor. Kısa bir süre öncesine kadar yüzlerce çocuğun polise taş attığı için cezaevine konulup yargılandığı, güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğü, cezaevinde şiddet ve işkence gördüğü, tecavüze uğradığı ağır mağduriyetler ortada dururken çocukları dağa çıkaran koşulları tartışmak yerine anaakım medya organları ailelerin taleplerini kirli amaçları için kullanan devlet zihniyetinin sözcülüğünü yapmaya seferber oluyor.

Son dönemdeki önemli gelişmelerden biri de feminist aktivist Pınar Selek’in yargılandığı ve on altı yıldır süren Mısır Çarşısı davasındaki karar değişikliğiydi. Türkiye’deki iç savaşın en şiddetli olduğu dönemde Kürt sorununun çözümü üzerine araştırma yapan ve “Neden barışamadık?” sorusunun peşine düşen Pınar Selek’in üç kez beraat ettiği dava, kendisinin ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılmasıyla sonuçlanmıştı. Rasyonaliteyle hiçbir şekilde örtüşmeyecek bu yargılama süreci son olarak geçtiğimiz günlerde Yargıtay’ın müebbet kararını bozmasıyla yeniden seyir değiştirdi. Dileriz ki, Pınar Selek gibi düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yok sayılan, cezaevlerine atılan herkesin özgür olacağı günler yakında gelecek.

Şüphesiz ki hayatımızı belirleyen baskıcı ve otoriter devlet politikalarını geriletmenin yolu demokratik ve özgürlükçü bir mücadelenin örgütlü bir biçimde kurulabilmesinden geçiyor. Geçtiğimiz yıl Gezi eylemleriyle başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan eylemler devletin bu politikalarına karşı geniş bir kesimin isyanıydı. Ancak aradan geçen bir yıllık dönemde bu isyan hareketi özgürlüklerden yana kurucu bir muhalefete dönüşemedi. Bunun en önemli göstergelerinden birinin mart ayındaki yerel seçim sonuçları olduğu söylenebilir. Bir yıldır yükselen isyan dalgası, Aralık 2013’le birlikte başlayan yolsuzluk operasyonları hükümetin baskıcı politikalarını geriletmek yerine bu politikalara karşı olan geniş bir kesimin başka bir faşist çizgide, CHP-MHP çizgisinde, birleşmesine sahne oldu. Yerel seçim sonuçları bizlere bir hükümet krizini değil Türkiye’nin içinde olduğu muhalefet krizini de bir kez daha gösterdi. Bugün güçlü bir barış ve demokrasi hareketinin gelişememiş olması toplumu İslami muhafazakâr, milliyetçi ve askeri vesayetçi bir alana sıkıştırıyor. Yerel seçimlerde önümüze konan bu tablo ağustos ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de karşımıza tekrar çıkacak gibi duruyor.

Son olarak dergimizi yayıma hazırladığımız bu dönemde LGBTİ Onur Haftası’nı kutlamanın heyecanı içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Kimsenin kimseye hükmetmediği ve gökkuşağının renkleri gibi yan yana durduğumuz bir dünyayı kurabilmenin yolu barış, demokrasi ve özgürlük isteyenlerin birlikte hareket etmesinden geçiyor. Dergimizin 23. sayısında keyifle okuyacağınızı düşündüğümüz yazılarla sizlere “Merhaba” demek istiyoruz.

Doğu Durgun, Devletle ya da Devletsiz: LGBT Hareketinin Mücadele Pratiğine Kısa Bir Bakışadlı yazısında LGBT hareketinin 90’lı yıllardan itibaren geliştirdiği mücadele pratiğini, hareketin politik perspektif ve taleplerindeki değişimi inceleyerek değerlendiriyor. Hareket içinde hâkim olan haklar söylemini tarihselliği içinde ele alıyor ve başka alternatif mücadele biçimlerinin izini sürüyor. Geçtiğimiz yerel seçimlerde LGBTİ hareketinin görünürlüğünün diğer seçim süreçlerinde olmadığı kadar arttığı söylenebilir. Yerel seçimlerde Beşiktaş’tan Belediye Meclis adayı olan LGBTİ hareketi aktivisti Sedef Çakmak Bir Siyasi Özne Olarak LGBTİ Hareketi: 2014 Yerel Seçimleri ve Yerel Yönetimler adlı yazısında lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve intersekslerin gasp edilen hakları ve LGBTİ hareketinin 90’lı yıllardan beri güçlü bir örgütlülükle sürdürdüğü hak mücadelesini 2014 yerel seçimleri üzerinden ele alıyor.

Bir diğer yazı yoksulluğu belirleme kriterleri üzerine. Kadınların giderek yoksullaştığı ve yoksulluklarının görülmediği bir dünyada yoksulluğu ölçme kriterleri de yeniden değerlendirilmeyi hak ediyor. Türkiye’de Yoksulluk Ölçümüne Yeni Bir Yaklaşım adlı yazıda Thomas Masterson, Emel Memiş ve Ajit Zacharias yoksulluğun belirlenmesinde, kadınların ev içindeki karşılıksız emeğini ve bakım hizmetlerini kayda geçiren yeni bir yaklaşım öneriyorlar.

Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden biri olan Sevim Burak, hakkında sınırlı sayıda bütünlüklü ve derin incelemeler bulunan bir kadın yazar. Burcu Tokat, Bastırılmış İstekler, Gizlenen Arzular: Sevim Burak’ın Eserlerinde ‘Çift Olmak’ ve Tekinsizlik adlı yazısında Sevim Burak’ın iki eserini, tekinsiz kuramından hareketle “çift olmak” kavramı üzerinden yorumluyor.

Son olarak Nihan Bozok, Hikâyeler Anlatırken Özne(l)likler Kurmak: Anne, Yurt, Jilet” adlı yazısında üç kadının hikâyesinden yola çıkarak Türkiye’de yetiştirme yurtlarında kalan genç kadınların deneyimlerine odaklanıyor ve kadın hikâyelerinin feminist bir yöntemle nasıl aktarılabileceğini tartışmaya açıyor.

Keyifli okumalar diliyoruz…

Leave a Reply