Bengi Akbulut bu yazıda okura sofrasındaki yemeğe lezzetinden ve fiyatından öte bir bakış geliştirmesini öneriyor. Temel bir ihtiyaç olarak gıdanın tarladan mutfağa, mutfaktan da sofraya nasıl geldiğini sorgulamımızın öneminin altını çiziyor. Zira bu sorgulamaların sonucunda göreceğimiz, emeği görünmez kılınan birçok kişinin özellikle de kadınların alınteri olacak. Akbulut tam da bu yüzden feminist analizi içinde barındırmayan bir gıda siyasetinin sınırlarını sorguluyor ve feminist analizin gıda siyaseti için olası açılımlarına Türkiye bağlamında bir giriş yapıyor.
İçinde yaşadığımız dönem, hem Türkiye’de hem de dünyada toplumsal hareketlerin artan bir şekilde söylemlerini müştereklerin savunusu ve/veya (yeniden) kurulması olarak çerçevelediğine şahit oldu. Gerek farklı direnişlerin gerekse başka toplumsallık tahayyüllerinin, müştereklere –müşterek olanı kurmak, müşterek olanı geri almak, müşterekler kurmak– atıfla dile geldiğini görmekteyiz. Özellikle de Gezi Parkı isyanıyla cisimleşen yaşam alanı savunusu ve müşterekleştirme pratiğinin öncüllerini ise ekoloji ve kent mücadelelerinde bir süredir izleyegeldiğimizi söylemek herhalde yanlış olmaz.
Ancak bu süreçte ortak zenginliğin savunusu, kolektif-dayanışmacı toplumsallıklar inşa etme ve bir özneleşme biçimi olarak vücut bulan müşterekler siyasetinin feminizm ile temas noktaları, üzerine düşünülmeye ve eylemeye en çok ihtiyaç olan alan olarak önümüzde duruyor. Bu yazı, gıda meselesini odağına alarak müşterekler siyaseti ve feminizmin birbiri içine örülü olduğunu tartışmayı hedefliyor. Bunu yaparken, bir yandan müşterekler siyasetinin feminist perspektifi elzem kıldığını, diğer yandan feminist mücadelenin en kritik mecralarından birinin müşterekler olduğunu önereceğim.
Bir Toplumsal İlişkiler Süreci Olarak Gıda
Özellikle son yıllarda yaygınlaşan ve farklı şekillerde karşılık bulan sağlıklı ve güvenilir gıda arayışının ortaya koyduğu belki de en temel mesele, gıdanın meta halinin üzerini örttüğü ilişki ve süreçler: Tabağımızdaki yemeğin malzemelerinin kimin tarafından, ne şekilde üretildiğinden çoğu kez bihaberizdir; kimbilir hangi tarım işçisinin emeğiyle, hangi dayıbaşının gözetiminde üretilmiştir? Tohumunu hangi şirket patentlemiş, ekiminde hangi kimyasal gübre kullanılmıştır? David Harvey, bu duruma Marx’tan ödünç aldığı meta fetişizmi kavramından hareketle gıda fetişizmi adını koyar (1990): piyasa, gıdanın üretim süreçlerine içkin mekânsal-toplumsal ilişkileri örtüler ve saklar. Bu yolla aslen insanlar ve sınıflar arasındaki ilişkileri “şeyler” arasında –meta biçiminde gıda maddeleri ve onların fiyatları– arasında bir ilişkiymiş gibi temsil eder. Gıdanın üretim ve mübadelesinin içerdiği sömürü de, bu sömürünün dayandığı iktidar ilişkileri de işte o tabakta donakalır.
Gıdanın bu meta halinin üzerini örttüğü süreçleri ifşa edebilmek için gıdayı üretiminin başlangıcından tüketim noktasına kadar uzanan, farklı aktörler içeren bir süreçler bütünü olarak görmekten başlayabiliriz. Bu bütünün içerisinde tarımsal üretimde kullanılan tohumların nereden ve nasıl tedarik edildiğinden, sulama suyunun nereden elde edildiğine; gıda üretiminde ne tür emek biçimlerinin kullanıldığından üzerinde ekim yapılan toprağın mülkiyetine bir dizi boyut bulunuyor. Gıdayı bu şekilde birçok coğrafyayı ve özneyi birbirine bağlayan bir süreçler zinciri olarak görmek, bu süreçlerin belli toplumsal, ekonomik, politik ilişkilerden müteşekkil olduğunu ve dolayısıyla güç ilişkileri ve eşitsizliklerle örüldüğünü görünür kılmanın yolunu açıyor.
Bu bağlamda sözü edilmesi gereken özellikle de toplumsal cinsiyet temelli tahakküm ilişkileri, zira gıda üretimin süreçlerinin ağırlıklı olarak (ücretsiz) kadın emeğinin sömürüsüne dayalı olduğu, buna karşılık kadınların hem gıda üretim araçlarına (toprak gibi) erişiminin kısıtlı olduğu hem de üretim süreçleri üzerinde çok da söz hakkı bulunmadığı biliniyor. Gıda üretim faaliyetlerinden gıdaya erişim ve beslenme pratiklerine kadar her noktada ücretsiz aile işçisi olarak sömürülen kadınların emeği görünmez kılınıyor ve hem maddi karşılıktan hem de sosyal güvenceden mahrum bırakılıyor. Öte yandan, kadınlar tarımsal üretimdeki rollerinin yanı sıra erkeklerden farklı olarak –yine ücretsiz ve büyük ölçüde görünmez— diğer haneiçi üretim yükünü de üstleniyorlar. Yani tarımı sırtlayan ücretsiz kadın emeği, bakım ve eviçi üretim sorumluluklarıyla katmerleniyor. Özetle, gıdanın meta halinin örtülediği en temel adaletsizlik eksenlerinden birisi, toplumsal cinsiyet olarak karşımıza çıkıyor.
Gıdayı bir süreçler zinciri olarak görmenin önümüze açtığı diğer bir olanak ise, gıdanın müşterekliğine işaret etmek. Gıda, aslında herhangi bir toplumsal yapının işleyebilmesi için gereken ve toplumsal hayatın devam etmesini sağlayan en elzem koşul; hepimizin hayatını idame ettirirken kullandığımız bir değer ve üretim alanıdır. Bu yönüyle gıda bir müşterektir: Paylaştığımız toplumsallığın yeniden üretilmesinin en temel ayaklarından olan, ortak olanı üreten ve herkesin varlığını borçlu olduğu bir alana işaret eder. Gıda, aynı zamanda, yüzyıllardır nesilden nesile aktarılan atalık tohumlar, yerel bilgi, gıda pratikleri etrafında şekillenen toplumsal ilişkilerle üretilen ortak bir zenginliktir.
Bu ortak zenginliğin üretilmesinde en temel rollerden birisi ise kadınlar tarafından sırtlanılır. Gıda süreçleri zincirinde tohumun saklanması, toprağın bakımı, ürünün yetiştirilmesi, hasadı yapılan ürünün sofraya taşınması gibi halkaların hepsinde kadın emeği önemli bir yer tutar. Bu açıdan, hem gıda üretimi ve gıdanın da parçası olduğu toplumsal yeniden üretimde, hem de gıdaya dair bilgi, pratik ve kültürel birikimin yeniden üretilmesi ve taşınmasında kadın emeğinin merkezi rolü, gıda müştereklerinin cinsiyetine işaret etmekte.
Gıda müştereklerinin üretilmesi ayağının bu cinsiyetli niteliğine karşılık, müşterekleri toplumsal adalet ekseninde tartışmaya açan literatürler genellikle bu aşamayı görmezden gelerek müştereklere kimin el koyduğu ve hangi amaçla çitlendiklerine odaklanır. İlkel birikim ve/veya el koyarak birikim üzerine mevcut köklü yazınlar, örneğin, bu kapsamda düşünülebilir (örn. Harvey, 2003, 2004; Midnight Notes Collective, 1990). Şüphesiz bu tartışma ekseninin gıda müşterekleri bağlamındaki yansıması da son derece kritik: Tohumların patentlenmesi, komünal veya ortak kullanıma açık toprakların özel mülkiyete geçirilmesi, gıda üretiminin de temelden dayandığı ekolojik müştereklerin talan ve yıkımı, gıdanın üretimi ve tüketiminin toplumsal dayanışma ve paylaşım içeren biçimlerinin yok edilmesi gıda müştereklerinin çitlenmesi harekâtının farklı örnekleri olarak gösterilebilir. Ancak, bir müşterek olarak gıdanın nasıl paylaşıldığı ve bu paylaşıma kimlerin karar verdiği kadar, –belki diğer ortak zenginlik alanlarından farklı olarak— gıdanın kimin emeğiyle üretildiği, bu emeğin niteliği ve gerçekleştiği koşullar ve bu üretim sürecinde kimin sözünün geçtiğinin de mesele edilmesi gerekiyor.
İşte tam da bu nokta, müşterekler siyasetinin feminizme en çok ihtiyaç duyduğu yer. Feminist düşünce ve mücadelenin, özellikle de yeniden üretim alanının üretimden ayrıştırılması ve itibarsızlaştırılmasına dair geliştirdiği sorunsallaştırma ve kavramsallaştırma müşterekler tartışmasına taşınması en elzem konulardan birisi. (Ücretsiz) kadın emeğinin görünmez niteliği, yeniden üretimin birçok ayağının ataerkil ilişkiler ağı içinde gerçekleşiyor olması ve kadın emeğinin sömürüsüne dair feminizmin ürettiği gelenekler, bize gıda müştereklerini cinsiyet adaleti ekseninde tartışabilmenin araçlarını sunuyor. Özetle gıda, kadın emeği ve toplumsal cinsiyet adaletine dair sözü üreten ve politize eden feminist hareketle müşterekler siyasetinin temas ettiği birçok noktadan birisi olarak düşünülmeli.
Gıdanın Müşterekliğinden Gıdayı Müşterekleştirmeye
Bu tür bir teması tarif ederken önereceğim, Silvia Federici, George Caffentzis, Massimo De Angelis gibi düşünürlerin de içinde konumlanabileceği Otonomist Marxist literatürü takip ederek, müşterekleri salt “ortak olan” olarak tanımlamaktan öteye geçmek; ve müşterekleştirmeyi toplumsal üretim ve yeni üretimin muhtelif alanlarının piyasa ve devletten özerk, kolektif, adaletli ve özyönetime dayalı bir biçimde kurulması olarak tarif etmek. Örneğin De Angelis ve Harvie (2014), müşterekleri piyasa ve/veya devletin yanında yer alan üçüncü bir yol olarak gören yaklaşımları eleştirerek müştereklerin toplumsal üretimin, sermaye ve devletten özerk örgütleyebilmenin temelleri olduklarını söyler ve devam eder: “Bugün, hakikaten de, sermayeden özgürleşmeyi –ve iyi yaşam (buen vivir) ve sosyal-ekolojik adalet taleplerine cevaplar üretmeyi— aynı zamanda müşterekler zeminini, yani meta-dışı toplumsal üretim sistemlerini, örgütlemekten ayrı düşünmek mümkün değildir” (De Angelis ve Harvie, 2014; 290-291). Benzer şekilde Caffentzis ve Federici (2014) antikapitalist müşterekleri hayatlarımızı yeniden üretme araçları üzerinde kontrol kazandığımız, bu araçları eşitlik ekseninde paylaştığımız ve bu sayede piyasa ve devletten bağımsızlaştığımız özerk alanlar olarak tanımlar. Bu anlamıyla müştereklerin kapitalizm karşıtı mücadelenin amacı değil aracı olduğuna vurgu yaparlar: Müşterekleştirme, sermaye ve devlete karşı elimizi güçlendirmeli, sömürüye direnişimizi desteklemeli ve rekabete değil, kolektif dayanışmaya dayalı bir üretim biçimini hayata geçirmelidir. Toplumsal mücadelelerin de yeniden üretimin kolektif örgütlenmesini temel bir gündem edinmeleri elzemdir. Federici (2011) ekler: Yeniden üretimin maddi araçlarının müşterekleştirilmesi, kolektif çıkarın ve karşılıklılık bağlarının inşa edildiği birincil mekanizmadır.
Buradan hareketle, gıdanın müşterekleştirilmesini bir ortak zenginlik olarak gıda süreçlerinin demokratik, adil, kolektif toplumsal ilişkilerle kurulmasına yönelik edimler olarak tarif edebiliriz. Gıda süreçlerinin farklı aşamalarında –örneğin üretim veya tüketim alanında— kooperatif/kolektif örgütlenmeler, özellikle tarımsal üretim süreçlerinin kolektif ve adaletli örgütlenmesi, üretilen değerin bizzat üreticilerin kontrolünde olması ve bu değerin nereye yönlendirileceğine üreticilerin karar vermesi, tüketici ve üreticiler arasında piyasa mantığına alternatif mübadele biçimleri kurulması gibi pratikler gıdayı müşterekleştirme örnekleri olarak düşünülebilir.
Bu açıdan bakıldığında, Silvia Federici’nin kadınların komünal toprak işgallerini örnek vererek işaret ettiği yeniden üretimin kolektif formlarının kadınlar tarafından inşası ve sahiplenilmesinin gıda müşterekleri bağlamında birçok yansıması var. Örneğin toprak dışında kalan diğer gıda üretim araçlarına erişim yollarının veya gıda üretiminin içerdiği emek biçimlerinin kolektif-demokratik şekilde (öz)örgütlenmesi bu açıdan müşterekler siyasetiyle feminist mücadelenin temas ettiği sayısız noktadan biri olarak düşünülebilir. Bu tür pratikler de aynı kadınlar tarafından kazanılan komünal toprak hakları gibi, yeniden üretimin bu alanındaki araçlar üzerinde kadınların kolektif toplumsal kontrolünü tesis eder. Bu açıdan da salt gıdayı üreten kadın emeğini görünür veya değerli kılmaktan öte, başka tür toplumsal gerçeklikleri ve kolektif kimlikleri inşa etmeye yarar.
Gıda Mücadelesi ve Kadınlar: Türkiye Bağlamı
Yukarıda bahsedilen genel saptamalara paralel bir şekilde, bugün Türkiye’de genel olarak tarım, özellikle de gıda üretim süreçleri, kadın istihdamının en yoğun bulunduğu sektör. 2011 yılı TÜİK verilerine göre, Türkiye’de tarımda ücretsiz çalıştırılan işçilerin yüzde seksenini kadınlar oluşturuyor. Son yıllarda tohumdan hasada kadar tarımsal üretimin her aşamasına kadın katılımı artmakta (Candan ve Özalp-Günal, 2013). Ancak tarımsal arazi üzerinde mülk sahibi, kiracı ya da ortak olarak sahip oldukları söz hakkının da, gıda üretiminin farklı aşamaları üzerindeki kontrollerinin de kadınların sarf ettiği emek gücüyle orantılı olmadığını tahmin etmek güç değil. Kadın emeğinin gıda üretimi, hazırlanması ve tüketimindeki kilit rolünün yanı sıra gıda seçimi, üretimi, yetiştirilmesi, hazırlanması ve hasadında merkezi role sahip olmaları, tohumları saklayıp korumaları, hayvan üretimi ve ıslahına ilişkin bilgilere sahip olmaları dolayısıyla kadınlar tarımsal üretimin biriktirici, koruyucu ve geliştirici beyni konumundalar (Aysu, 2009).
Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de tarımsal üretim, toplumsal cinsiyete dayalı belirgin bir iş bölümü ile şekillenmiş durumda. Bu bağlamda yukarıda bahsedilen meselelerin birçoğu Türkiye için de son derece yakıcı: Kadın emeği gıda üretiminde yoğun kullanılmasına rağmen, görünmez, karşılıksız ve güvencesiz nitelikte. Kadının gıda üretimindeki rolünün çoğunlukla geçimlik, haneiçi ve hemen tüketime yönelik olması, kırsal alanda tarımsal faaliyetlerin ücretsiz haneiçi üretimin doğal bir uzantısı veya destekleyicisi olarak görülmesine ve kadın emeğinin gıda üretiminde de değersiz kılınmasına ve kadının üretimdeki rolünün ücretsiz aile işçiliği olarak belirlenmesine yol açıyor (Candan ve Özalp-Günal, 2013). Tarımsal mülkiyete erişim ve paylaşım bağlamında da ciddi bir toplumsal cinsiyet adaletsizliği mevcut: Toprak sahipliğinin dağılımı konusunda net bir bilgiye ulaşmak zor olsa da, kadınların toprak mülkiyeti oranının erkeklerden çok daha düşük olduğu biliniyor. Öte yandan, miras yoluyla kadınlara kalan toprakların da çoğunlukla erkekler tarafından işletildiği, mülkiyet hakları kadınların ellerinde olsa da toprağı kadınların kullanamadığının altı çizilmeli.
Türkiye’de gıda alanının aldığı bu genel biçimi arkaplan alarak kadın mücadelesi ve gıda müştereklerinin ilişkisini düşündüğümüzde, birkaç noktaya dikkat çekmek elzem. Bunlardan ilki, gıda süreçlerinin farklı alanlarının kadınlar tarafından yüklenilmesinin yanı sıra, bunların kadınlar tarafından emek ve kaynakların paylaşıldığı ortaklaşa üretim alanları olarak da kuruldukları. Salça, ekmek, erişte vs. yapımının kadınlar tarafından ortaklaşa yapılması geleneği, hanenin gıda ihtiyacını karşılayan ve aynı zamanda kadınların bir araya geldiği ve kendi dayanışma ağlarını yeniden ürettikleri bostanlar akla gelen ilk örnekler. Benzer bir şekilde kent merkezlerinde de konut bahçelerinin kadınlar tarafından ekilip biçilerek hanenin gıda ihtiyacını karşılamakta elzem rol oynadığına, bu bahçelerin aynı zamanda da kadınların etrafında sosyalleştikleri mekânlar haline geldiğine şahit oluyoruz (Akbulut ve Bartu-Candan, 2014). Bu örnekler, aynı zamanda yeniden üretimin devlet ve piyasa dışı bir toplumsallıkla icra edildiği ve kadınların kendi dayanışma ve ortaklaşma alanlarını kurdukları ölçüde yukarıda tariflediğim müşterekleştirme pratiklerinin de basit ancak somut görüntüleri. Bu müşterekleştirme pratiklerini, kadınların üretim ve emekleri üzerinde kontrol tahsis edebilecekleri olanaklar olarak düşünmek de mümkün.
İkinci nokta ise, Türkiye’de yükselen gıda mücadelesinde kadınların varlığı ve rolüne dair. Türkiye’de –en azından görünürde— toprak mülkiyet hakları için kırsal alandan yükselmiş ve kurumsallaşmış güçlü bir kadın mücadelesi ya da kadınların giriştiği yaygın bir toprak işgali silsilesi (örn. Federici, 2011) olduğu söylenemez. Ancak bu elbette kadınların gıda mücadelesinde taşıyıcı ve sürükleyici eylemlilikleri olmadığı demek değil. Bu bağlamda, Akbulut ve Bartu-Candan’ın (2014) verdikleri örnek oldukça anlamlı. Yazarlar, Ayazma’da kentsel dönüşümle mahallelerinden edilen kadınların kentiçi gıda üretim mekânlarını kaybettiklerini, ancak daha sonra yerleştirildikleri toplu konut sitelerinin bahçelerinde sebze ekmeye başlayarak gıda pratiklerini ve mekânlarını yeniden kurduklarını belirtiyor (Akbulut ve Bartu-Candan, 2014). Bu örneğin belki de asıl önemi, kadınların gıdaya dair eylemliliklerinin sadece görünür mecralarda yerleşik biçimlerle gerçekleşmediğini, aksine çoğu kez kıyıda kalmış mekânlarda gündelik pratiklere örüldüğünü göstermesinde yatıyor.
Diğer yandan, son yıllarda yükselen yerel ekoloji mücadelelerinin ön saflarında kadınların bulunması da kadınların parçası olduğu gıda mekân ve süreçleri içinden okunmalı. Kırsal müşterek alanlara el konarak hayata geçirilen çeşitli enerji ve maden projeleri geniş kapsamlı bir mülksüzleştirme ve ekolojik yıkım sürecini tetikliyor. Ancak bu süreç, özellikle de kadınları, bir araya gelebildikleri, dayanışma ve paylaşım ağlarını ürettikleri ve işlevselleştirdikleri alanlarından edeceği için tehdit ediyor. Topraktan koparılmak, kadınlar için maddi bir kaybın ötesinde müşterek varlık ve zenginliklerinden edilmek anlamına geliyor. Bu açıdan, kadınlar hem toprağı ve gıdayı, hem de gıda süreçlerinde kurdukları güçlenme-dayanışma alanlarını, kolektif bilgi ve varolma hallerini savunuyor. Belki de yerel ekoloji mücadelelerinde kadınların görünür rolünü kadın-doğa bağlantısına dair özcü bir eko-feminist bakışla değerlendirmektense, bu biçimde görmek daha isabetli.
Daha genel anlamda, özellikle son on yılda Türkiye’de yükselen gıda ve ekoloji hareketlerini ve gıda etrafında ortaya çıkan örgütlenmeleri feminist mücadele ile temas noktaları açısından dikkatle izlemek gerekir. Bu bağlamda önemli bir örnek kentiçi tarım ve bostanlar etrafında örgütlenen hareketlenmeler. Piyasa dolayımıyla erişilen endüstriyel gıda yerine ortaklaşa üretilen gıdaya doğrudan erişim talebini hayata geçiren, kentiçi bahçeleri toplumsal ve ekonomik bir ortaklaşma-dayanışma alanı olarak kurgulayan güncel bostan mücadelesinin önemli örneklerinden birisi Boğaziçi Üniversitesi mensupları ve tarım aktivistlerini tarafından hayata geçirilen Tarla Taban. 2012 yılında 750 m2 ile başlanan alan genişletilerek ve çeşitlendirilerek üniversite içinde tarım yapılmaya devam ediliyor (Bingöl, 2015). Gezi günlerinin de enerjisiyle yaygınlaşan ve birçok mahalleye yayılan kentiçi bostan örgütlenmelerinin taşıyıcısı ve sürükleyicilerinin de yine kadınlar olduğuna şahit oluyoruz; zira toprağın bakımı, gıda üretiminin farklı aşamaları, gıdaya dair bilginin paylaşılması ve ortak pratiğe açılması gibi açılardan kadın emeği ve bilgisi kent bostanlarında da merkezi bir yerde duruyor. Bu anlamda, kent bostanlarındaki gıda örgütlenmesi kadın emeği ve yeniden üretime dair feminist mücadelenin oldukça önemli bir mecrası.
Gıda mücadelesinin bir diğer ayağı ise üretici ve tüketicilerin bakışımlı örgütlenmesine dayanan girişimler tarafından örülüyor. Bu girişimler, kırsal alanda tetiklenen radikal dönüşüm ve küçük üreticiliğin yaşam koşullarının ortadan kaldırılmasının karşısında, küçük ve/veya örgütlü gıda üreticisi ile örgütlü tüketici arasında doğrudan bağlantı kurmayı hedefliyor. Bu bağlamda kadın özgüçlenmesi ve emek örgütlenmesi açısından olumlu bulunabilecek kadın kooperatifi deneyimleri olmasına rağmen, bu örgütlenme biçimlerinin de içlerinde kadın emeğinin görünmez ve değersiz kılınarak sömürülmesi tehlikesini barındırdığını göz ardı etmemek elzem (Sosyalist Feminist Kolektif, 2012). Bu açıdan gıda alanındaki kooperatif yapıların ataerkil ilişkilere temelden bir karşı duruş içeren ve tüm süreçlerinin kolektif, adil ve demokratik şekilde işletildiği dayanışmacı örgütlenmeler olabilmesinin yolu, feminist mücadelenin tam da buralarda yükseltilmesinden geçiyor.
Gıda üzerinden tartışmaya çalıştığım ana mesele, bir ortak zenginlik ve dayanışmacı-kolektif toplumsallıkların inşasına yönelik edimler olarak tariflediğim müştereklerin ‘cinsiyetli’ olduğudur: Gıda üretim-dağılım-tüketim süreçlerinin barındırdığı toplumsal cinsiyet ilişkileri, hem gıda alanını etkileyen dönüşümlerin hem de bu alanda yükselen güncel mücadele ve örgütlenme biçimlerinin cinsiyetlendirilmiş yapısına işaret etmekte. Bu açıdan müşterekler siyasetinin ve harekete geçirdiği toplumsal tahayyülün feminist perspektif olmadan işlevselleşmesinin mümkün olmadığı ortada. Tam da bu yüzden feminizmin müşterekler mücadelesi ve siyasetini temel bir müdahale alanı olarak önüne koyması kritik bir ihtiyaç. Gıda bağlamında vurguladığım bu noktaların müşterekler siyasetinin başka mecraları için de geçerli olduğu düşünülünce, feminist müşterekleri düşünme ve eylemenin vakti çoktan geldi.
KAYNAKÇA
Akbulut, Bengi ve Ayfer Bartu-Candan (2014). ‘Bir-İki Ağacın Ötesinde: İstanbul’a Politik Ekoloji Çerçevesinden Bakmak’, İstanbul Çalışmaları: Sınırlar, Mücadeleler, Açılımlar (Bartu-Candan, A. & C. Özbay der.) içinde, Metis: İstanbul.
Aysu, Abdullah (2009). ‘Piyasa ve Küçük Köylülük’, Mülkiye Dergisi, Bahar, 223-237
Bingöl, Olcay (2015). ‘Bahçe sadece bir bahçe midir? Kent bahçeleri, kent bostanları, müşterek alanlar’
Caffentzis, George ve Silvia Federici (2014). ‘Commons against and beyond capitalism’, Community Development Journal, 49 (S1), 92-106.
Candan, Esin ve Semiha Özalp Günal (2013). ‘Tarımda Kadın Emeği’, Tarım Ekonomisi Dergisi, 19(1): 93-101
De Angelis, Massimo ve David Harvie (2014). ‘The Commons’. Martin Parker, George Cheney, Valérie Fournier and Chris Land (der) The Routledge Companion to Alternative Organization içinde, Londra: Routledge: 280-294.
Federici, Silvia (2011). ‘Feminism and the Politics of the Commons’. http://www.commoner.org.uk/wp-content/uploads/2011/01/federici-feminism-and-the-politics-of-commons.pdf
Federici, Silvia (2011). ‘Women, Land Struggles, and the Reconstruction of the Commons’. Working USA: The Journal of Labor and Society, Volume 14, March 2011, pp. 41–56
Harvey, David (1990). “Between space and time: reflections on the geographical imagination”, Annals of the Association of American Geographers, 80, 418-434
Harvey, David (2003). The New Imperialism. Oxford: Oxford University Press.
Harvey, David (2004). ‘The “new” imperialism: accumulation by dispossession’, Socialist Register, 40, 63-87.
Midnight Notes Collective, 1990. New enclosures. Jamaica Plain, MA: Midnight Notes.
Sosyalist Feminist Kolektif, 2012. ‘Kooperatifler esnek, güvencesiz, düşük ücretli kadın emeği cennetleri mi?’ http://www.sosyalistfeministkolektif.org/emegimiz/calismak-istiyoruz-ama-esnek-degil/433-kooperatifler-esnek-guvencesiz-dusuk-ucretli-kadin-emegi-cennetleri-miq.html