Skip to main content
Sayı 27 | Ekim 2015

“Ben de Şimdi Yanıyorum”: İstanbullu Ermeni Kadınların Geçmiş Anlatıları ve Ninnileri[i]

Bu makalede, İstanbullu Ermeni kadınların aile hikâyelerine ve kişisel hafızalarına dair anlatılarını ve ninnilerini duygulanımsal/tarihsel bilgi üretme ve aktarma kapasiteleri olan formlar olarak ele alıyorum. Ninniler üzerine yürüttüğüm saha çalışmamın farklı anlarında ninnilerin hüzünle ve geçmişteki kayıplarla ilişkilendirilmesinin izini sürmek adına muğlak bir hafızayı mümkün kılan bir tür olarak ninni ile doğrudan hafızayı aktaran anlatıları bir arada okuyorum. Bu bağlamsallaştırma içinde ninninin hem hayatta kalmayı ve sürekliliği, hem de hayatı ve hafızanın aktarımını imkansızlaştıran kopuşları bedeninde barındıran bir tür olarak durduğunu gösteriyorum.

Kun uni tzakugıs kun uni

Yenikapun dun uni

Vosgiye çakhçakhner uni

Nazerov nazerov

Varbed gerta vazelov

Sagarı letsun tuzerov

Uykusu var yavrumun uykusu var

Yenikapu’da evi var

Altın kapı tokmakları var

Nazlı nazlı

Usta koşa koşa gidiyor

Sepeti incirle dolu

Babaannem Klemantin’in (İstanbul, 1935) beni, kardeşimi ve halamın oğullarını uyuturken peş peşe dizdiği şarkılar arasında, annesi Aşkhen’den duyduğu bu ninni vardı. Babaannem yemek pişirirken ve örgü örerken şarkılar mırıldanmayı ve hikâyeler anlatmayı çok severdi.[ii] Bilinen masalları ve izlediği bir filmden, okuduğu bir romandan uyarladığı küçük hikâyeleri anlatmanın yanı sıra kendisinin, akrabaların, komşuların ve tanıdıkların başlarından geçenleri hikâyelendirirdi. Büyüyüp detayları sormaya başladıkça da, hem kendi ailesinin hem de dedemin ailesinin, Kayseri’den, Ankara’dan, Amasya’dan ve İzmit’ten İstanbul’a ulaşma hikâyelerini dinler oldum ondan. Bu makalede, İstanbul’da babaannemin kuşağından Ermeni kadınlardan dinlediğim hikâyeleri ve ninnileri paylaşıyorum. Hikâyelerde, soykırımdan kurtulabilmiş kuşağın çocukları (ve kısmen torunları) annelerinin ve büyükannelerinin yaşadıklarını nasıl aktardıklarını veya aktarmadıklarını/aktaramadıklarını anlatıyorlar.[iii] İstanbul dışında doğmuş olanlar, soykırım sonrasında memleketlerinde Ermeni olarak yaşamaya dair deneyimlerini anlatılandırıyorlar. Ninnilerse, onların büyükannelerinden ve/veya annelerinden dinledikleri ve bir sonraki kuşaklara aktardıkları şarkılar. Dolayısıyla, bu makalede, ninniler üzerine yürüttüğüm saha çalışmamın farklı anlarında ninnilerin hüzünle ve geçmişteki kayıplarla ilişkilendirilmesinin izini sürmek adına muğlak bir hafızayı mümkün kılan bir tür olarak ninni ile doğrudan hafızayı aktaran anlatıları bir arada okumayı deniyorum.[iv]

Sesi Paylaşmak

Bugün İstanbul Ermenileri arasında çocukları uyutmak için söylenen şarkılar dil, üslup ve tema çeşitliliği gösteriyor. Kadınların müzikal hafızasında ninni dendiği zaman çağrılan şarkılar da çeşitli. Çocukları şarkılarla uyutmak, her seferinde yeni bir repertuar oluşturmayı; bilinen ezgilere yeni sözler yazarak, ezgileri yeniden yorumlayarak veya aynı ezgi üzerine peş peşe farklı sözler uydurarak yeni üretimler yapmayı gerektiriyor. Çocuk uyutma bağlamı dışında ninni söylemek de farklı bir çağrışım sürecini beraberinde getirdiği için, kaydettiğim ninniler, ezgilerinde ve sözlerinde emprovizasyon öğeleri taşıyor. Örneğin 2012 yılının Ocak ayında görüştüğüm Ani, babaannemin ninnisini aynı ezgiyle fakat sözlerini biraz değiştirerek söyledi bana.[v] Babaannemin ninnisinin ezgisine çok yakın bir ezgiyle söylenen “Dandini dandini dastana” ninnisinin ikinci kıtasına da yeni sözler ve ezgi “uydurdu”:

Dandini dandini dastana

Danalar girmiş bostana

Kov bostancı danayı

Yemesin lahanayı

E e e e

Uyusun da büyüsün güzelim

Ororları (ninnileri) diyeyim

Benim güzel oğluma

Versin uzun ömürler

Yine aynı ezgi içinde yorumladığı ikinci ninni de Ani’nin çocukluğundan hatırladığı bir ninniydi:

Oror oror oror oror or nıman

Mayr mı çe perer nıman

Khoşor cermag lusungan

Dzaker e orranin vıran

E e e e

E ısem e e e e

Ninni ninni gün gibi

Hiçbir anne bir benzerini [dünyaya] getirmemiş

Kocaman beyaz ay

Beşiğinin üzerine doğmuş

E e e e

E diyeyim e e e e

Ani, “İstanbul’un ororu” dediği ninniyi hatırlamaya çalışırken, kızı da hatırlama sürecine yardımcı olmak için ondan duyduğu farklı ninnilerden parçalar mırıldanıyordu: “vosgi tel tel mazerı hovı garne gı dani [tel tel sırma saçlarını rüzgâr alır götürür],” “oror ısem or ısem or ısem [oror diyeyim or diyeyim or diyeyim].” Ani’nin ve kızının bu birlikte mırıldanarak hatırlama çabası yani bir kadının şarkısının başka bir kadının hafızasından dile dökülmesi, geçmişte söylenmiş bir şarkının aile içinde kuşaklar arasında sesten bir köprü oluşturması, birlikte söylenen bu şarkının iki ya da daha çok kişiyi geçmişte paylaşılan bir anın hafızasına taşıması hem kendi ailemden bildiğim hem de saha çalışmam sırasında çokça rastladığım bir durumdu. Büyükannenin veya annenin şarkısını dinleyerek uyuyan çocuğun, o şarkıyı kendi bedeninden bir parçaya dönüştürmesi ve kendi sesiyle söyleyerek ona geri vermesini, büyükannenin şarkısını söyleyen torununda, kendi hatırasını görmesi gibi düşünebiliriz.[vi] Ninninin hafızası, bedenin çevreyle olan fiziksel ilişkisi ile üretilen ses ve aynı zamanda bu sesin bir bedenden çıkıp diğerinin duyularına ulaştığı ortam içinde iki beden ve bedenle çevresi arasında oluşan etkileşim tarafından şekillenir. Yani ninninin hafızası, hem somatik, duygulanımsal (affective) hem de tam da bu sebepten ötürü beden-ötesi ve sosyaldir.[vii] Dolayısıyla bu bedensel deneyim Türkiyeli bir Ermeni olma deneyimini şekillendiren ve onun sosyalliği içinde şekillenen bir şeydir.[viii]

Dilin Taşıdığı Tarih

Kuşaktan kuşağa “ninni” türü altında aktarılan şarkılar, bazen bir kadının hikâyesini ve yaşadıklarına ya da duyduklarına dair yorumunu, bazen de bir ailenin ya da ailelerin, bazen de bir yerelin tarihsel bilgisini belirli bir sözlü edebiyat/müzik formu içinde bugüne taşıyor. Kimi zaman da bu formalize olmuş ifade biçimleri, dile gelmemiş/gelememiş olanın veya aşağıda örnekleyeceğim gibi başka bir gündeliğin ve zamanın içinde şekillenmiş bir deneyimin günlük konuşma içinde kendine yer bulmasına aracılık ediyor.[ix]

Kumkapı’daki evinde ziyaret ettiğim Naze 1971’de Sasun’dan (Sason, Batman) İstanbul’a gelmişti.[x] Göç etme sebeplerini sorduğumda, kızı Vartuhi, ailesinin topraklarının ellerinden alındığından, başkalarının toprağında yarıcılık yapmak zorunda kaldıklarından; bu durumun getirdiği ekonomik sıkıntıların yanı sıra Ermeni olarak sürekli tedirgin hâlde yaşamanın zorluğundan bahsetti. Naze bildiği dilleri saydı: Ermenice, Kürtçe, Arapça ve Türkçe. Evde Ermenice konuşarak büyümüş fakat sokakta Ermenice konuştuklarında sürekli rahatsız edildiklerinden artık evde de Ermenice konuşmaktan çekinir olmuş; çocuklarına istediği kadar öğretememiş anadillerini. Vartuhi, köyde “katliama” dair çok şey anlatmadıklarını, korktuklarını, öğrendiklerinin çoğunu ya İstanbul’a geldikten sonra veya köyde yayasının (büyükanne) “tek tük” anlattığı şeylerden öğrendiğini söyledi. Naze kızının söylediklerinden sıkıntılandı, çocuklarına aktaramadığına üzüldü, nasıl anlataydık anlamında “insanı sinir ediyorlar” dedi. Eskileri hatırladı Naze. “Annem anlatıyor[du], kaynanam anlatıyor[du]” diye başladı. Kayınvalidesini ve çocuklarını yüz kişi ile birlikte yakılmaktan kurtaran Muşlu askeri anlattı, sonra da kokmasınlar diye suya atılan cenazelerden nehrin kıpkırmızı olduğunu, artık akmaz hâle geldiğini… Ve ekledi: “ben gece gündüz ağlıyorum onlara. Genç güzel kızlar, erkekler, gençler… Hepsi[ni] öldürdüler, suyun içinde attılar” dedi. “Nasıl insan[lar] böyle şey[ler] yapıyorlar…”

Vartuhi zaman zaman annesinin anlattıklarını tamamlıyordu, ona dönüp detayları Kürtçe sorup bana Türkçe aktarıyordu; bu şekilde Naze’nin görümcesinin onu ailesini öldürmekle tehdit eden Müslüman bir adamla evlenmek zorunda kaldığını dinledim onlardan. Kız kaçırma olaylarını hatırladılar; Müslüman erkeklerin Ermeni kızları satın alma teklifinde bulunduklarını, kızların kaçırılmasınlar diye erken yaşta evlendirildiklerini anlattılar. Naze de annesini kaybedince on üç yaşında evlendirilmiş. Gençliğini hatırladığında bir “aaakh” çekiyor. On çocuk büyütmüş, bir yandan da tarlada çalışmış. Köyde kadınların çalışkanlığından, çocuklarını yetiştirirken yaşadıkları zorluklardan, küçük yaşta gelin olmanın sıkıntılarından bahsediyor. Erkeklerin tembelliğinden şikâyet ediyor. Büyükannesinin ona söylediği ninni de tarlada çalışan bir annenin ninnisi:

Ruri ruri nısdim hed orrotsin

Jarjim jorrots

Dığan gı kıni

Yes gertam vağı işi [kordzi][xi]

Ninni ninni beşiğin başına oturayım

Beşiği sallayayım

Çocuk uyuyor

Ben yarın işe gideceğim

Kınalıada’da ziyaret ettiğim Makruhi ise 1934 Diyarbakır doğumluydu.[xii] İstanbullu Ermenilerin çok iyi anlayamadıkları Diyarbakır Ermenicesine dair önyargılarını, kendisinin gençliğinde İstanbul Ermenicesini ve yazı dilini öğrenmeyi çok arzu ettiğini, hatta ailesinin Der Hayrdan (papaz) ona Ermenice öğretmesini rica ettiğini ve bu arzusunun gerçekleşmemiş olduğunu dile getirdi. Kiliseye devam etmek, Ermenice öğrenmek istemiş Makruhi: “Hiç evlenmek istemedim, ben rahibe olmak istiyordum.” Makruhi’nin iki çocuğu, Diyarbakır’daki Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nde vaftiz olmuşlar; Sur içinden Sur dışına taşındıktan sonra pazarları kiliseye faytonla gittiklerini hatırlıyordu Makruhi. Hiç ninni bilip bilmediğini sorduğumda, annesinden Diyarbakır Ermenicesiyle duyduğu, kendisinin de çocuklarını uyuttuğu ninniyi söyledi bana. Ninnide bir anne kızına güzel dileklerde bulunuyor:

Ağvor ağçig tun eğnas

İken gançem dun çeğnas

Bağ u bakhçaner eğnas

Ağvorneru kirg eğnas

Güzel bir kız olasın

Çağırdığımda evde olmayasın

Bağda bahçede olasın

Güzellerin kucağında olasın

Diyarbakır’ın ünlü Ermeni müzisyenlerini sorduğumda ise, düğünlerde veya başka etkinliklerde fasıl heyetlerinde çalan ve şarkı söyleyen Ermeni ahbaplarının ve ülke çapında ünlü Diyarbakırlı Ermeni müzisyenlerin isimlerini saydı Makruhi. Dedesi Kevork da güzel sesiyle tanınırmış:

Benim rahmetli dedemin sesi çok güzeldi. Dedem otururdu surun üstüne. Şarkı söylerdi. Bakır… hmm… dedem bakırcıydı. Bakırcı dükkanları vardı, bütün. Aha dediler “gene Kevork usta sesini bırakmış.” Bütün kalkardı herkes rakısını alırdı çıkardı bedenin [Diyarbakır’ın surları] üstüne, onu dinlemeye. Onun sesi çok güzeldi.

Makruhi’nin anneannesinin ilk eşi Süryaniymiş. Anneannesi annesine gebeyken dedesini dört kardeşi ve diğer Hıristiyan erkeklerle birlikte tutuklamış, demiryolu yapımına göndereceklerini söylemişler. Anneannesi ve eltileri yolluk hazırlamışlar ve yolculamaya gitmişler. Dedesi durumun ciddiyetini anlamış. Mardin Kapı’ya geldiklerinde onlara geri dönmelerini söylemiş: “‘gidin gidin’” demiş ‘bu’ demiş ‘bu yol mu yol yapmak değil’ demiş. Yani ‘bizi de götürüyorlar kesmeye.’”[xiii] Makruhi’nin annesinin babaannesi yani dedesinin annesi oğullarını kurtarmak için uğraşmış fakat başarılı olamamış. Kayınvalidesi ölünce ve eltileri de Amerika’ya kaçınca, anneannesi annesiyle yalnız kalmış. Dul bir Hıristiyan kadın olarak yaşamanın tehlikelerinden ve sıkıntılarından kurtulmak için Siirt’ten kaçıp Süryani annesiyle Diyarbakır’daki Süryani kilisesine sığınan Kevork’la evlenmesi salık verilmiş:

O zaman eskiden kadınlar çıkıp evden falan ekmek almazlarmış. Sokağa çıkmak ayıptır diye. […] Artık millet demiş ki “gel etme sen çıkamıyorsun…” Birisinden ekmek istediği zaman ona da para veriyormuş ki dedemler çok zenginlermiş. Giden dedemler… “Madem ki böyle yapıyorsun kızım,” “bir tane gelmişler. Siirtli.” Siirtlidir bu dedem. Bir de annesi vardı. Annesiyle beraber Süryani kilisesine gelmişler. “Hadi” demiş “şey yapma, gel” demiş “seni bunla evlendirelim. Hem çocuklarına bakar hem şey.” Onların da hiçbir şeyi yokmuş. Gelmiş, nenemle evlenmişler.

Soykırım öncesinde, sırasında ve sonrasında İstanbul’a göç bağlamında, bugün İstanbul’da Ermenicenin farklı parparlarında (lehçe) söylenen ninniler, hem artık konuşanı iyice azalmış olan bu yerel dillere hem de üretildikleri yerde Ermenilerin tarihsel varlığına dair birer belge niteliğinde. Dolayısıyla, bir yereldeki yaşama dair, bir kadının arzularına, sıkıntılarına, hayallerine, şikâyetlerine dair parçalar taşıyan bu şarkıların, bugün İstanbul’da, Ermeni bir ailenin göç hikâyesini içlerinde barındırdıklarını söyleyebiliriz.

Şarkının Bedeni

Her şarkıda olduğu gibi, ninnide de, özellikle de değişime açık şarkı türlerinden biri olduğu için, bu aktarım, ağızdan ağza dolaşıma girdiğinde, yıllar içinde başka dönemlerin tarihsel bilgilerinin eklenmesine ve her söyleyenin kendi yorumunun oluşmasına olanak sağlıyor. Bu şekilde ninni, tam da bu dinamik aktarım zinciri içinde, her seferinde yeniden yorumlanarak ve her yorumlandığında da bir önceki yorumu da müzikal ve metinsel bedeni içinde barındırarak, ve çoğu zaman da söyleyenin sözel olarak şarkının önceki söyleyenlerini andığı bir bağlamda, farklı kuşaklardan aile bireyleri arasında bir hafıza bağı oluşturarak, Talin’in dediği gibi “aile geleneği” hâline geliyor.[xiv] Eşinin halası olan Azaduhi’yle görüşmem sırasında muhabbetimize katılan Talin, aile içinde aktarılan şarkılara değinerek bu hafızanın nasıl işlediğini çok güzel ifade etti: “Bunlar bazen otururlar, işte bir şarkı başlar, Ovsanna’nın şarkısıydı bu derler, Ovsanna yaya [büyükanne] böyle söylerdi derler, ikisi birlikte başlarlar şarkıyı söylemeye…”[xv] Adana’dan İstanbul’a 1917’de gelmiş olan Ovsanna yaya’nın söylediği ninnilerden birini çok iyi hatırlayan kızı Azaduhi bu ninniyi ezgiyle, kesintisiz üç kıta hâlinde söyledi:[xvi]

Anuş kunig açern arer

Anuş hovern al dar u per

İm tzakugis kunn e yeger

Anuş yerkov ısem oror

Oror oror or

Yes kun çunim ankut mayrig

Herik açerıs kotses herik

Meg bahigen gınem bacig

Zis artzage mıser oror

Oror oror or

At ku lezut gudem hima

Ku gamkovıt gıdav çıga

Dan dan bebek dan dan oror

Açerıt kotse ıre oror

Oror oror or

Tatlı uyku gelmiş gözlerine

Tatlı rüzgârlar sallasın

Yavrumun uykusu gelmiş

Tatlı bir şarkıyla ninni söyleyeyim

Eee eee ninni

Uykum yok benim zalim anne

Gözlerimi kapattığın yeter

Biraz sonra uykuya dalacağım

Bırak beni ninni söyleme

Eee eee ninni

O dilini yerim şimdi

Senin isteğinle keten yok[xvii]

Ninni bebek ninni

Gözlerini kapat ve uyu

Eee eee ninni

Azaduhi’nin söylediği bu üç kıta, küçük farklarla M.M. Miansaryants’ın 1868’de St. Petersburg’da yayımladığı Knar Haygagan (Ermeni Liri) isimli şarkı kitabının “Ororotsi Yerker (Beşik Şarkıları/Ninniler)” bölümünde basılmış olan on iki kıtalık şiirin birinci, ikinci ve on birinci kıtalarına denk geliyor. Miansaryan, anne ile bebek arasında bir diyalog şeklinde ilerleyen şarkıyı, 1852’de yayımlanmış olan Purasdan Surp Sahagyan (Aziz Sahag’ın Çiçek Bahçesi) adlı kaynaktan aktarmış.[xviii] Dolayısıyla, en azından 1852’den beri bu ninninin farklı varyantlarıyla Ermeniler tarafından sözlü ve yazılı olarak aktarıldığını, farklı coğrafyalarda dolaşımda olduğunu biliyoruz.[xix] Ermenistanlı tanınmış halk şarkıları yorumcusu Hasmik Harutyunyan’ın konserlerinde ve kayıtlarında sıklıkla seslendirdiği,[xx] dolayısıyla bugün yaşamaya devam eden bu ninninin ezgisinin zaman içinde nasıl varyantlara ayrıldığına dair çok fazla bilgimiz yok.[xxi] Sözlerin geçtiği başka bir yazılı kaynak da İstanbullu piyanist Valantin Mazlum’un (1913-2000) Yerazi Nıman (Rüya Gibi) adlı hatıratındaki “Küği Kişerner (Köy Akşamları)” başlıklı bir yazı; ilk defa 1969’da Kulis dergisinde yayımlanmış. Mazlum bu ninninin ilk kıtasının yazılı kaynaktakine çok yakın bir varyantını annesinin ninnisi olarak aktarıyor.[xxii] Şarkının bir başka versiyonunu da 2003 yılında Malatya Darende doğumlu Sona’dan dinlemiştim.[xxiii] Sona’nın annesinden duyduğu ve hatırladığı şekliyle torununa söylediği aşağıdaki iki kıta, diğerlerinden farklı olarak, yazılı kaynaktaki ninninin ilk kıtasını dışarıda bırakmış. İkinci kıtanın iki dizesi ile altıncı ve yedinci kıtasına ait dizeleri oldukça farklılaştırarak kullanmış. Farklılaşma sadece yerel ağızla ifade ederek değil, kelimelerin seslerinin yakın kelimelere dönüşerek anlamlarının farklılaşması şeklinde de olmuş. Bildiği ninnileri, şarkıları hep unuttuğunu, beş kardeşini genç yaşta kaybetmenin acısının ona her şeyi unutturduğunu “bu acılar bana her şeyi unutturdu” diye ifade eden Sona, yazılı kaynakta “şukıt nısdim (gölgenin altında oturayım)” olarak geçen ifadeyi “sukis nısdem (yasıma oturayım)” olarak söylemişti:

Oror ısem kınatsınem

Sirov sırdov medzatsınem

Oror im tzakugıs oror

Oror im mançugıs oror

Urugvan tem dınem orran

Sukis nısdem ısem oror

Der nor varti nıman batsvel

Sukis nısdem ısem oror

El kun çunim hokis mayrig

Herik açkıs gabes herik

Ninni diyeyim uyutayım

Sevgi dolu kalple büyüteyim

Ninni benim yavrum ninni

Ninni benim oğlum ninni

Akşama doğru salıncağını kurayım

Yasıma oturayım ninni diyeyim

Yeni gül gibi açmış

Yasıma oturayım ninni diyeyim

Artık uykum yok canım annem

Yeter gözümü bağladığın yeter

Bu ninniyi 1922 yılında İstanbul’da doğmuş olan Yerçanig de annesinden hatırlıyordu.[xxiv] Bir satırını mırıldandı, hatırlamaya çalıştı, “bekle” dedi, “yerkaranımı [şarkı kitabı] bulayım.” Kalktı, annesinin içinden Ermenice şarkılar söylediği şarkı kitabını bulmak üzere çekmeceye doğru ilerledi, yürürken de annesinin ne kadar bilgili olduğunu, köydeki okula gittiğini, çok okuduğunu, özellikle çok iyi tarih bildiğini anlattı. Annesinden yadigâr yerkaranın sayfalarını karıştırırken ezgilerini hatırladığı şarkıları mırıldanıyor, annesinin güzel sesini hatırlıyor, sayfaları çevirdikçe de “neler vardı neler” diyordu.

İstanbul’da 1909’da yayımlanmış olan Nor Yerkaran’da (Yeni Şarkı Kitabı), İkinci Meşrutiyet’in ilanı için yazılmış Türkçe marşların yanı sıra, Ermenice devrimci, yurtsever şarkılar, ağıtlar ve ninniler bulunuyor.[xxv] İstibdat döneminde birçok Ermenice şarkı yasaklanmış, Ermenice şarkı kitabı yayımlayan ve evlerinde bulunduranlar tutuklanmışlardı.[xxvi] Meşrutiyet’in ilanının ardından basın yasağının kalkmasıyla, Ermenice şarkı kitapları da yeniden yayımlanmaya başladılar ve benzer bir repertuarı okurlarıyla paylaştılar. Yerçanig’in annesinin, 1909’da İstanbul’da basılmış olan pek çok şarkı kitabından biri olan Nor Yerkaran’ı nasıl edindiğini ve hangi koşullarda sakladığını bilmiyoruz. Türkiyeli Ermenilerin, soykırım öncesinde veya mütareke yıllarında basılmış benzer şarkı kitaplarını yaktıkları sıklıkla anlatılır. Yakın ve uzak tarihe gönderme yapan şarkıların, içinde “Ermeni,” “Ermenistan” kelimeleri geçen parçaların, devrimci ve yurtsever marşların, ağıtların, bestecisi veya söz yazarı “sakıncalı” görülebilecek bütün bir repertuarın kamusal alanda çok nadir icra edilmiş olduğunu, edildiğinde ise sansür ve otosansüre maruz kaldığını da biliyoruz.

Yerçanig, annesinin söylediği ninniyi bu kitap yardımıyla hatırlıyor. Kitap, hem tarihe tanıklık eden, hem geçmişe dair anıları bugüne taşıyan, hem de bu tarihin ve anıların aile içinde aktarım süreçlerini bedeninde taşıyan bir nesneye dönüşüyor.[xxvii] İlk kıtasını ezgisiz olarak söylediği ninni de sanki Yerçanig’i annesinin yaşadıklarına bağlayan, canlı bir bağ hissi veren, geçmişle arasında sesten, duyudan, duygudan köprü kuran bir şey: [xxviii]

Anuş kınagn açern arer

Anuş hovern al daruper

İm dadragis kunn e yeger

Anuş yerkov ısem oror

Tatlı uyku gelmiş gözlerine

Tatlı rüzgârlar sallasın

Güvercinimin uykusu gelmiş

Tatlı şarkıyla ninni diyeyim

Şarkı kitabında, 1852 baskısındaki on iki kıta bütünüyle verilmiş; iki şiir arasında çok ufak farklılıklar var. Bu şarkı kitabı da, içinden söylediği şarkılar da, Yerçanig’e annesini hatırlatıyordu. Tıpkı Talin’in söylediği, üst kuşakların söyledikleri şarkılarla hatırlanmaları gibi, onların söyledikleri şarkıları tekrar duymak ve söylemek de çoğu zaman geriye dönüp bakmak anlamına geliyor. Yerçanig’in annesinden hatırladıkları arasında onun hayatta kalma hikâyesi vardı. İzmit Kurtbelen’den on dokuz yaşında tehcir edilip on beş kişilik ailesinin tamamını kaybeden, bir tek kendisi hayatta kalmayı başaran annesini hatırlarken onun için “çarti gin (kesimden kurtulmuş kadın)” diyordu Yerçanig. “Hepsi ölmüşler, bir tek kendisi sağ kalmış” diye anlatıyordu. Annesi, köyde eşinin diğer Ermeni erkeklerle birlikte toplanıp dağa götürüldüğünü ve bir daha geri gelmediğini anlatırmış. Kadınları da, Vartavar yortusunun ertesi pazartesi günü, yani Merelots’ta (Ölüleri anma günü) “çıkarttıklarını,” yani sürdüklerini, nereye gittiklerini bilmediğini, bütün Ermenileri bir yere topladıklarını söylermiş. “Birkaç kez gitmiş ki kendini Fırat nehrine atsın, yapamamış geri gelmiş” dedi Yerçanig. “Yalnız kalmış işte!” diye iç çekti:

“Annemle gidiyoruz” diyor, “gidiyoruz” diyor, “bir de baktım ki annem de yok” diyor. “Yanımdan nereye gittiler? Ne yaptılar?” “Akh akh akh akh ben ne çektim” diyor annem “ne çektim,” “yalnız kaldım” diyor. Çok şey çekmiş. Bazen anlatırdı da… Onun için ben şöyle bakıyorum, böyle şeyler oluyor, kitaplar okudum öyle ağlıyorum…

Annesi savaş süresince Yerçanig’in tam olarak nerede olduğunu bilmediği bir yerde, Arap bir ailenin çocuklarına bakmış. Ateşkesten sonra bir kadınla bir adam bulunduğu eve gelip içeride Ermeni kızlar olup olmadığını sormuşlar, aile kimsenin olmadığını söyleyerek göndermiş onları. Annesi onlar uzaklaştıktan bir süre sonra evden kaçıp (büyük ihtimalle soykırımdan sağ kurtulan kadınların ve çocukların toplanması için çalışan bu kişileri) takip etmiş ve onlara Ermeni olduğunu söylemiş; bir süre sonra da onların yardımıyla diğer Ermenilerin bulunduğu bir yere (muhtemelen bir kamp) ulaşmış. Ateşkesten sonra Fatma isminde bir kimlikle ve teyzesinin gönderdiği parayla İstanbul’a varmış. Üsküdar’da yaşayan teyzesi, onu, Armıdanlı eşinin yeğeniyle evlendirmek istiyormuş. Yerçanig’in anlattığına göre, babası annesiyle ilk karşılaşmasında evlilik niyetini belli etmek için ona “teklifler” olup olmadığını sormuş:

Çok şimdi şeyler duymuşlar ki ahlaksızlık bilmem ne falan filan o tarz şeyler. Annem dedi ki annem bütün güzel kızlar, şeyler, jandarmalar, hepsi, polisler şeyler teklifler yapmışlar. Birer tane almış. Hayatlarını kurtarmak için. Bana da dediler ki Makruhi yapma sen de bir tane al hayatını kurtar. Yoook demiş ben İstanbul’a gideceğim sonra da dışarı gideceğim. […] [Babama] “teklifler oldu ama ben kabul etmedim” demiş.

Yerçanig’in anlatısında “ahlaksızlık” ve “teklifler” olarak söz ettiği, soykırım sırasında Ermeni kadınların kaçırılmaları, tecavüze uğramaları, zorla Müslüman erkeklerle evlendirilmeleri, kendilerinin ve çocuklarının tehcirden ve ölümden kurtuluşunu sağlamak için cinsel ilişki karşılığında Müslüman bir erkeğin korumasına girmeleri.[xxix]Muhtemelen Yerçanig’in babası da annesinin tecavüze uğrayıp uğramadığını, Müslüman bir adamla evlenip evlenmediğini, ihtida edip etmediğini öğrenmek istemiş.[xxx]

Yerçanig’in annesi, yıllarca Lübnan’da ve Amerika’da yayımlanan Ermenice gazetelere ilanlar vererek kardeşlerini aramış. Kimseden yanıt gelmemiş. İstanbul yolunda yaşadıklarını yazmaya başladığı defteri de kimseye vermemiş, satın almak isteyenler çıkmış; herkesten gizlemiş. Yerçanig, annesinin, Kuzguncuk’taki evlerinde çıkan yangın sırasında defterin içerde kaldığını fark ederek ateşin içine koştuğunu, defteri elinde dışarı çıktığında arkasından evin çöktüğünü hatırlıyordu. Bunu annesinin ikinci kez ölümden dönmesi olarak tanımlıyordu. Akrabalarının bu defterin varlığından kimseye söz etmemesini istediklerini, başlarına bela açılmasından korktuklarını söyledi Yerçanig. Annesinin başından geçenleri çocuklarına anlatıp anlatmadığını sorduğumda, “Evet, biz bütün hikâyeyi biliyoruz” diye söze başladı. “Bütün hikâyeyi anlatırdı, kadının bütün anlattığı buydu, ağlardı, anlatırdı” diye devam etti. “Sıkıntı gelirdi, sinirliydi annem” dedi, annesinin yaşadıklarının çok zor şeyler olduğunu, kendi çocukluğunu da etkilemiş olduğunu anlatmak için, fakat hemen arkasından ekledi, “ama mükemmel bir anneydi, bizi çok iyi yetiştirdi, her açıdan…”

Ermenilerin Yokluğu

Araksi yatağın bir ucunda oturmuş, ben de karşısında. Torunu Talar da ikimizi görecek şekilde bağdaş kurmuş yatağın ortasına. Araksi’nin kızı tembihlemiş: İçeride Türk misafirlerimiz var, lüften onların duyacağı şekilde konuşmayın, yirmi senelik dostluğumuz bozulmasın… Yatak odasının kapısını sıkı sıkı kapatıyoruz. Anneannesini, babaannesini ve dedesini görmemiş olan Araksi, “seferberlikte” ölen anneannesinin adını taşıyor. 1926’da Sivas’ta doğmuş, 1983’te İstanbul’a gelmiş. İstanbul’a gelmeden önce Sivas’ta kaç Ermeni aile olduğunu soruyorum. “Vardık epeyi o zaman ama şimdi yok işte” diyor. Ablasının kızı hâlâ Sivas’ta olan Araksi, birçok başkaları gibi, bu soruma yokluğu hatırlatarak cevap veriyor. Birçok anlatıda olduğu gibi onun anlatısında da varlığı hatırlamak, varlıktan bahsetmek, yokluğun bilgisini çağırıyor, ondan bağımsız duramıyor. Memleketteki hayata dair anı parçacıkları da bugün orada Ermenilerin yokluğu ile bağlantılı olarak gündeme geliyor. Soykırımdan sağ kalıp Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamaya devam eden Ermenilerin ve onların çocuklarının, yaşadıkları yerlerde, Ermenilerin varlıklarına dair izlerin yok edilmesine tanıklık etmek zorunda bırakıldıklarına bir örnek Araksi’nin okulun yakılmasına dair hatırası:

Sıvas’ta bir kolej vardı. Hay okulu işte kolej. Büyük kolej. Höllüklük de derlerdi, Höllüklük mahallesinde kolej. Orada çok büyük bir kolej varmış, Hayların… [Ermenilerin]. İşte benim kaynatam da o okulda okumuş. […] Fransızca, Ermenice bilirdi, bilirmiş. Onlar da küçükken kaybetmişler. Ne bildiklerini biliyorlar ne ettiklerini. Babayı anayı onlar da küçükken kaybetmişler. […] Ondan sonra o kolej, ben kaç yaşında vardım? Epeyi vardım… Hastanenin orda, o mahallede otururken dediler ki “koleji yaktılar, yanıyor, yanıyor” dediler. Rahmetlik babam da kalktı baktı bacaya çıktı da kolejin alevini seyrediyor. O zaman yaktılar, demek ki on yaşında vardım.

Okulların ve kiliselerin yıkıntılarının yanı başında sürdürdükleri gündelik hayatın içinde, bu yerlerin kutsal mekânlar olarak kullanılmaya devam ettiğini takip ediyoruz anlatılardan. Yokuş üstündeki kolejin kalıntılarına gider, oturur, zaman geçirirler, “okuyan” yani İncil’i okuyabilen, duaları, ilahileri bilen genç kadınlar toplanıp orada jam (kilise ayini) yaparlarmış. “O zaman görürdük” dedi “verana” olduğunu. Şehrin içindeki büyük kiliseninse hâlâ gözünün önünde olduğunu, yıktıklarını hatırladığını anlattı:

 Vank [manastır] derdi babam, devamlı oraya giderlermiş. Surp [Aziz] Nışan derlerdi, Vank derlerdi [Bu cümlenin aslı Ermenice]. Oraya giderler, eğlenirlermiş otururlarmış. Bizim haberimiz yok onlardan. […] Babam Sıvas’ın yerlisi ya. Sıvas Ermeni yergiri [ülkesi, memleketi]. Ermeniler orda. Önce Sıvas’ın Ermenileri çok sosyeteymiş. Öyle derler.

Araksi, yıkıntı hâlde olan kilisenin de Ermenilerin elinde olmadığını ve dolayısıyla evlerde gerçekleşen dini nikâh ve vaftiz törenleri için Kayseri’den ve İstanbul’dan kısa süreliğine görev için gelen din görevlilerini beklediklerini anlattı. Bu durumun, yani kilise hizmeti alabilmek için uzun süre beklemek zorunda kalmalarının ritüellerin olağan sırasını değiştirdiğini vurgulamak için kendi bısagının (dini nikâh) da çocukları doğduktan sonra yapıldığını söyledi. Ermeni okulu kapanmış olduğu için devlet okuluna gitmiş olan Araksi ilkokul mezunu. Anadili Ermeniceyi evde öğrenmiş: “Memlekette hay[e]ren (Ermenice) vardı. Dilimiz hay[e]ren. Sivas’ta hay[e]ren idik. Hep hayeren konuşurduk.”

Giresunlu bir fındık tüccarı olan Artin Ağa’nın kızıymış Araksi’nin annesi. Babası tutuklanıp götürülür ve bir daha dönmez. Annesi onu ve kardeşini sepetlerin içine koyarak bir eşeğin sırtına yükler. Annesini son görüşü de o olur. Ailesinden tek kurtulan odur. Araksi’ye bu hikâyeyi nerden bildiğini soruyorum:

Sürgün yaparlarmış, ne ise bilmem. Sürüp götürüyorlarmış, nasılsa bilmem. Ne bileyim, orayı yavrum, o zamanın şartları neydi, neydi. İşte sürmüşler. Giresun’dan ta Sıvas’a. Sıvas’a Khonur Gıdur’a[xxxi] gelmiş. Orda bir daciğin [Türk, Müslüman] yanında bir Cemre Khanım diye bir kadın vardı. Osmanlı bir karıydı, dacig. O almış büyütmüş. Biraz işte kız büyüyünce, annem, 14-12 yaşında gelince, benim amcam varmış o memlekette, köyde. Götürmüş amcama teslim etmiş. Demiş ki “alın bu kız size yakışır,” hay e [Ermenidir] ya, amcam da, babamın kardaşı. Amcama teslim etmiş. Amcam da Sıvas’a yollamış. Sıvas’ta da babam bekârmış herhal. İşte evlenmişler. He… İşte o kadar… Mazi… Ya… Öyle derlerdi işte…

Araksi’nin annesi anlatırmış, anlatır anlatır ağlarmış. “Görmemiş ki ana baba yavrum” diyor Araksi, onları kurtaran Cemre Hanım ve ailesini “efendi adamlarmış işte” diyerek anıyor, “ben de şimdi yanıyorum” diye iç çekiyor. Araksi’ye ninni bilip bilmediğini soruyorum: “Siz hiç oror biliyor musunuz, oror, ninni?” “Aman ne bileyim. Şimdi aklıma gelmez ki, öyle, kendim kaidelenirsem gelir arka arkaya” diyor. Torunu Talar küçükken ona söylediği tekerlemelerin satırlarını hatırlatmaya çalışıyor: “Hatırlıyorsun di mi, bana derdin, bilmece derdin, Ermenice derdin.” Ermeniceyle Türkçe karışık hatırlamaya çalışıyorlar, hatırladıkları bilmecelere birlikte gülüyorlar. Sonra da bir ninni geliyor Araksi’nin aklına: “Nenni diyem uyuyasın, şeker inen büyüyesin.” Neden hatırlayamadığını açıklamak için de ninninin hafızasının içinde söylendiği bağlamla doğrudan ilişkisini anlatan bir cümle kuruyor: “Çocuğun başında arka arkaya söyleyince aklına gelir.”

Gidenler ve Kalanlar

“O günler gide de gelmeye kızım” diyor Hripsime.[xxxii] Çocukken büyüklerinden duyduğuna göre, anne babasının doğduğu Tavra köyünde Ermenilerin tehcir edilmeme sebepleri, aralarında değirmencilerin olması ve askerlere ekmek sağlayabilmeleriymiş. İnşaat ustası olan babasının mezun olduğu Amerikan kolejinin durup durmadığını soruyorum, “bunlar deli mi ki onu bıraksınlar” diyor. Kiliseyi soruyorum:

Kilise vardı Sıvas’ta. […] Bir tanesini yıktıkları zaman çok büyük değildim. Annem babam ağladılar. Hatta babamın arkadaşları vardı, rahmetlik oldu hepsi de. Bir pazar günü kapımız çalındı, içeri aldık. Ooo “buyrun buyrun.” Dedi ki “yarın” dedi “bizim hanımlar kiliseyi temizlemeye gidecekler. Bize vereceklermiş” dedi. Çarşının içindeydi. Babam da dedi ki “siz ne ahmak insanlarsınız” dedi. “Hiç verirler mi ya?”

Cephanelik olarak kullanılan kilisenin kapısında “iki süngülü nöbetçi” durduğunu anlatan Hripsime, babasının, arkadaşlarının saflığına şaşırdığını, yıktıracaklarını anladığını, kilisenin yıkıldığı gece annesine “Sofik, yegeğetsin pıletsin, ırin ırin pletsin [kiliseyi yıktılar, yaptılar yapacaklarını işte yıktılar]” dediğini anlattı, “o zaman ağladık hepimiz de” diye ekledi. Sonra çocukluğundan bir görüntü geldi gözünün önüne: “Bir de manastır vardı. Hepsi mermerler. Tellerin arasında… Orda da şey vardı; fidanlık gibi bir yer… yeşillik… Onun yanında babam bizi kucaklar (tellerin) arasından gösterirdi. ‘Asiga dacarn e’ [Bu kilise].

1979 yılında temelli İstanbul’a göç etmiş olan Hripsime ve kızı Arusyag, kilisenin ve papazın olmadığı Sivas’ta, düğünlerin dini nikâh olmadan gerçekleştiğini, iki üç yılda bir, Patrikhane’ye yapılan başvuru sonucu İstanbul ve Kayseri’den gelen papazın toplu bısag (dini nikâh) ve gınunk (vaftiz) yaptığını anlattılar. Hripsime, genelde Ermeniler arasında evi görece büyük olanların evinde gerçekleşen bu ayinler sırasında, dışarıdan içerisi görünmesin diye, pencerelere cecimler yani çok ince kilimler çekildiğini anlattı. Cenazeler ise duaları okumayı bilen kişilerin okumasıyla kaldırılırmış. Kendisi de munç (sessizlik) tutmuş olan Hripsime, bu geleneği, yani genç kadınların evlenerek gittikleri evde konuşmamalarını, erkeklerin kadınların erkekleri eleştirmemeleri veya kendilerini savunamamaları için koydukları bir kural olarak yorumladı.

“Çok güzel günlerimiz de oldu, çok kötü günlerimiz de, anladın mı yavrum,” dedi Hripsime. Sivas’ta Ermenilerin bayramlarını, düğünlerini anlattı; eğlencelerde çalan söyleyen, bugün artık hayatta olmayan Ermeni müzisyenleri hasretle andı; oynadıkları barların (dansların) adımlarını bana öğretmek istedi ama Kurtuluş’ta bir apartman dairesindeydik, ve eksiktik; dansları iyi bilen, güzel dans eden arkadaşları, barın başını tutan Setrag ağpar (ağabey) yoktu…

“Benim annemin babasının ismi Nışan’dı. Elinden kitap düşmezdi… Hayeren [Ermenice]” dedi Hripsime. Sivas’ta evde sadece Ermenice konuştuklarını, şehirde Ermeni okulu olmadığından, iki kardeşini Ermenice okuma yazma öğrenmeleri için özel derse gönderdiklerini ancak kendisinin en büyük kız çocuk olarak annesine ev işlerinde yardımcı olmak zorunda kaldığını ve gidemediğini, dolayısıyla Ermenice okuyamadığını anlattı. Ninnileri, şarkıları, mânileri de annesinden, büyükannesinden, “kulaktan dolma” öğrendiğini söyledi.

Bildiği Türkçe ninniyi seslendirdi önce, söylerken de nefesi yetsin diye duraksadı, titreyen sesi benim gözlerimi doldurdu:

Uyu yavrum ninni diyeyim sana

Şu mahzun kalbimi salma hicrana

Sen kaldın gidenden yadigâr

Uyu yavrum ninni diyeyim sana

Ardından başka Ermenice ve Türkçe ninniler ve mâniler de söyledi, bunları çocuklarına, torunlarına da söylediğini anlattı: “Ben meraklıyım kızım, isterim ki bildiğim şeyi… Bu bizim şeyimiz, geleneğimiz, göreneğimiz unutulmasın.” Bu ninnideki “gidenin” kim olduğunu, ninninin kimin arkasından kim tarafından yazıldığını öğrenemedim. Benzer temalı, yani giden bir babadan bahseden ve acı hissini aktaran bir başka Türkçe ağıt/ninniyi Ayda’yla yapmış olduğum görüşme sırasında dinledim.[xxxiii] 2011 Ağustos’unda bir grup Yozgatlı Ermeni ile İstanbul’dan Yozgat’a gitmiştik. Dönüş yolunda Kayseri’deki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi’ni ziyaretimiz sırasında Ayda’ya ninni bilip bilmediğini sordum. Genç yaşta evlendiği için annesinden değil kayınvalidesinden duyduğu ninniyi çok iyi hatırladığını söyledi. Kayınvalidesinin torunlarını uyuttuğu ninniyi Ayda ve iki görümcesi birbirlerine hatırlatarak, birbirlerine eşlik ederek söylediler:

Uyan benim yavrucuğum

Daha nice uyursun?

Nenni benim yavrum nenni,

Daha nice uyursun?

Anne benim babam yok mu?

Nerde kaldı gelmedi?

Gözlerimden akan yaşı el uzatıp silmedi

Nerde benim yavrum diye arayıp sormadı

Nenni benim kuzucuğum

Daha nice uyursun?

Uyan benim küçük yavrum

Daha nice uyursun?

Ayda ve görümceleri bu ninniyi annelerinin mi yazdığını yoksa başkasından mı duyduğunu bilmiyorlardı. Ayda, kayınvalidesinin ilk eşinin soykırımda öldürüldüğünü, ikinci eşi de genç yaşta ölünce beş çocuğuyla tek başına zor bir yaşamı olduğunu anlattı. Ayda, bugün bu ninniyi ve buna benzer şarkıları söylediğinde çocuklarının dinlemek istemediklerini söyledi. Yukarıda sözlerine yer verdiğim Sona da: “Şimdi söyletmiyorlar ha, kızıyorlar bana ‘o neymiş’ diyorlar, ‘eski şeyler,’ valla kızıyorlar” demişti bana. Hripsime de benzer bir şikâyeti dile getirmişti fakat kızı ona katılmamıştı.

Hermine’nin kızı ise annesinin bu şarkıları söyleyerek eskiyi hatırlamasını ve üzülmesini istemediğini söylemişti. Dinleyenlerin “yanık” olarak tanımladığı sesiyle “sıkıntılandım” diye başlayıp söylediği ağıtları vardı Hermine’nin. Yine aynı yanık sesle ve ağıt tavrıyla söylediği bu ninniyi de, babası İkinci Dünya Savaşı sırasında nafıa askeriyken öldüğünden, annesi çalışmak zorunda olduğu için kendisinin büyüttüğü erkek kardeşine söylediğini hatırlıyordu:

Oror oror im ğuşig

Kınatsir mışig mışig

Lerner tzorer tzün yeger[xxxiv]

İm karnugis kunı yeger

Oror oror oror oror

Ninni ninni benim kuşum

Mışıl mışıl uyu

Dağlara vadilere kar yağmış

Benim yavrumun uykusu gelmiş

Ninni ninni ninni

Büyükanneler kuşağının söylediği ninniler, şarkılar, mâniler, yani sözlü edebiyat ve müzik formları bazen gündelik hayat içinde yerini bulan, bazen de istenmeyen, ötelenen başka bir zamanın hatırlatıcıları, modernitenin fazlalıkları gibiler. Bu “fazlalıklar” bir bakıma bu kuşağın deneyimlerini, yaşanmışlıklarını, bilme ve olma biçimlerini gündeliğimize taşıyorlar, bugünümüzün bir parçası hâline getiriyorlar. Dolayısıyla bu repertuarlar, yeniden dolaşıma sokulmayı ve yeni yaşamlar kazanmayı bekleyen kaynaklar aynı zamanda.

Ninni Ve Hafıza Üzerine

Bu makalede paylaştığım anlatıları ninnilerle birlikte ele almamın birkaç sebebi var. Bunlardan birincisi, benim bu anlatıları ve ninnileri birlikte sormuş ve birlikte dinlemiş olmam. Buna bağlı olan ikinci sebepse, bu ninnilerin burada hikâyesi anlatılan soykırımdan kurtulmuş kuşağın hatırasını bugüne taşıyor olmaları. Yani, burada sözlerine yer verdiğim kuşağın hafızasında bu anlatılarla bu ninnilerin bir arada duruyor olmaları; dolayısıyla kimi zaman kuşaktan kuşağa aktarılan bir ninninin bana söylenmesinin beraberinde bir hikâyenin de anlatılmasına olanak vermiş olması. Mülakatlar sırasında yine hikâyelerin anlatılmasına ve duygulanım aktarımına bağlam yaratan başka türlerden şarkılar da dinledim. Bunlar arasında doğrudan tehcir deneyimini ve kayıpları anlatan ağıtlar da vardı. Örneğin 1930 Everek doğumlu Anna çocukluğundan hatırladığı, “sürgüne gidip dönmüş” olanların, seslerinin dışarıdan duyulmayacağına emin oldukları sokak köşelerindeki evlerde söyledikleri, her satırında da kaybettikleri bir yakınlarını andıklarını Der Zor ağıdını paylaştı benimle.[xxxv] Soykırımdan sağ kalan kişiler sadece soykırım sırasında ve sonrasında yazılmış ağıtlarla ifade etmediler yaslarını. Kimi zaman eski bir Ermenice şarkıyla hüzünlenip sessiz ağıtlar yaktılar. Yaşlı kuşağın söylediği şarkıların etkisini çocukluğundan hatırlayan Markrid, büyükannesinin Lusnagi (Ay) şarkısını söyleyip ağladığını, kendisinin o an büyükannesinin ne düşünüp de bu kadar üzüldüğünü anlamaya çalıştığını, fakat çok küçük olduğundan gözyaşlarına anlam veremediğini aktarmıştı.[xxxvi]

Soykırımdan kurtulabilen ve Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türkiye topraklarında yaşamaya devam eden Ermeniler şahit oldukları katliamları ve hayatta kalma hikâyelerini aile ve yakın çevrelerine bir gizlilik içinde anlattılar veya hiç anlatmadılar; fakat onların çocukları geçmişe dair bu bilgiyle büyüdüler.[xxxvii] 1925 Ürneş (ya da Ürneç, bugünkü adıyla Konuklar Beldesi, Yozgat Sarıkaya ilçesine bağlı) doğumlu Hayguhi annesinin hiçbir şey anlatmadığını fakat kendisinin herşeyi anladığını, başkalarından, sürgünden dönebilenlerden duyup öğrendiğini söylemişti bana. Bunlardan biri de, boğazı kesilerek bir kenara atılan fakat mucize eseri cesetler arasından kurtulup geri dönebilen yengesiydi.[xxxviii] Mari’nin annesi babası ve üç yaşındaki erkek kardeşi de 1915’ten hemen önce Samsun’dan Kumkapı’ya gelmişlerdi.[xxxix] Annesinin terzi olduğunu söylediğinde, Samsun’da olup olmadığını sordum: “Samsun’u bilmem ben. Samsun’da yaşadığını bilmem. Bir kez de gitmedim yani. Hani büyüdüm de bir gidip göreyim diye fırsat olmadı. Daha bugüne kadar bilmem Samsun’u. Halbuki çok güzel yer Samsun.” Annesi babası da evlerini bırakıp geldikleri Samsun’u bir daha görmemişler. Evlerini bıraktıkları ve büyük bir gemiyle geldikleri dışında da bir şey anlatmamışlar: “Hiçbir şey anlatmazlardı. Hayır… Evlerini bırakmışlar yavrum, evlerini bırakmışlar, geri almak yok… Babam özellikle, asla… Hiç anlatmazdı, hiç anlatmazdı, istemezdi.” Siranuş’un annesi ise ailesi veya yakın çevresi yan yana geldiğinde başından geçenleri anlatırmış: “Çektiklerini anlatırdı, tarih gibi anlatırdı.”[xl] Bir gün bir yakın komşuları “hiç olmazsa bunlar bilinir” diye anlattıklarını kaydetmeyi tavsiye etmiş. Siranuş yıllar sonra şöyle yanıtladı bu tavsiyeyi: “Bir korku vardı o zaman. Şimdi ben anlattım ama benim yerimde mamam [annem] olsaydı böyle bir şeyler anlatamazdı uluorta.” Siranuş’a ailesinin “öyle bırakıp geldikleri” Sungurlu’daki evlerine dönmek isteyip istemediklerini sordum, o evin dönülemez olduğunu şöyle ifade etti: “Yok be yavrum, nereye gidecekler? İllallah etmişler.” 1950 Kayseri doğumlu Silva da anneannesinin hikâyesini onun ilk eşinden olan ve soykırım sırasında Amerikan misyonerlerin alıp yetimhaneye götürdükleri, kendisinin de hayatta olduğundan yıllar sonra İstanbul’a gelip onu bulduğunda haberdar olduğu dayısından dinlemiş.[xli] Silva anneannesinin ailesi dahil kimseye kaybettiği iki oğlundan ve sürgün yolunda ölümüne sebep olduğu kızından bahsetmemesini, korkuya ve o günleri anlatırken tekrar yaşamanın zorluğuna bağladı. Sessizliğinin unuttuğu anlamına gelmediğini, aksine hep hatırladığını, bu yüzden de yeniden kavuştuğu oğlu ona birlikte tanık oldukları şeylerden bahsettiğinde, onu susturduğunu söyledi.

Yukarıdaki örneklerin de gösterdiği gibi, korkunun hüküm sürdüğü bir ortamda, şarkılar bazen kayıp hissinin paylaşılmasına aracılık ettiler, bazen de anlatılamayana dikkat çektiler, duygusal ve duyusal bir bilginin oluşmasını mümkün kıldılar. Saha çalışmam sırasında birçok kez ninni türünün soykırım sırasında kadınların ve çocukların deneyimleriyle ilişkilendirildiğine tanık oldum.[xlii] Bunun sebepleri ninninin doğrudan anne-çocuk mahremiyetini simgeleyen bir tür olarak düşünülmesi; birebir tehcir yollarında ve sonrasında yaratılmış ninnilerin olması; Ermeni tarihindeki katliamlara ve kayıplara dair ağıtların veya yerinden yurdundan edilmişliği, memleket hasretini, Ermenistan’ın güzelliklerini ve acılarını doğrudan veya metaforlarla anlatan şarkıların ninni olarak da söylenmiş ve hâlâ söylenmekte olması; ninni türünün müzikal anlamının, büyükannelerin söyledikleri ninnilerin ezgilerinin hüzünlü olduğuna dair bir duygulanımsal hafıza içinde yorumlanarak kurulması olabilir.  Ninni kavramının bir şarkı olmanın ötesinde bir metonimi olarak da belirli bir tarihin bütününü çağrıştırmasında bir başka muhtemel etken de, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yukarıda saydığım temaları işleyen ninni şiirlerinin de yazılmış ve daha sonra bestelenerek popülerleşmiş olması. Cumhuriyet tarihi boyunca bazı aileler içinde bunlar tamamen sansürlendi, genç kuşaklara aktarılmadı, bazı ailelerde böyle bir ninni olduğu fakat tehlikeli olduğu bilgisi aktarıldı, bazı ailelerde de ninninin kendisi aktarıldı. Örneğin babaannem, “Nınçir Mangig (Uyu Yavrum)” ninnisinin çok popüler olan ilk kıtasının dışında katliamları anlatan kıtalarının da olduğunu, 1940’larda ilkokulda öğretmeninin bu sözleri öğretirken tehlikeli olduklarını tembihlediğini anlatmıştı bana. Sözlerini parça parça hatırladığı bu bestelenmiş ninniyi çocukluğumda kendisinden hiç duymamıştım.[xliii] Bunun yanı sıra, on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında bestelenmiş ve sonradan soykırım hafızasıyla ilişkilendirilmiş olan ninnilerden, üst kuşaklarda aktarılmaya devam edenler arasında sözlerini Avedis Aharonyan’ın yazmış olduğu “Nazeyi Ororı (Naze’nin Ninnisi)” ve sözlerini Rafayel Badganyan’ın yazmış olduğu “Ari İm Sokhag (Gel Bülbülüm)” var.[xliv] “Nazeyi Ororı”nın İstanbul’da yeniden popülerleşmesi Hasmik Harutyunyan’ın Armenian Lullabies (Ermeni Ninnileri) albümüyle ve konserleriyle oldu.[xlv] Son yıllarda İstanbul’da birkaç kez sahnede icra edilen ve genç kuşağın repertuarına giren başka bir “Oror (Ninni)” da Ermenistanlı besteci Khaçadur Avedisyan’ın 1980 yılında Ermeni Soykırımı kurbanları anısına adadığı “Oratorio” eserinden. [xlvi] Ermenistan’da yaratılmış ve İstanbullu Ermenilerin sahne icra repertuarında yaygınlaşmış bir başka ninni de, bir annenin çocuğuyla memleketine dönme arzusunu paylaştığı “Kele Lao (Haydi/Yürü Yavrum).” [xlvii]

Bu makalenin konusu olan kuşağın müzikal hafızasında ve bugün icra ettiği repertuar içinde yer alan bestelenmiş ninniler arasında belirli bir tarihsel olaya gönderme yapmayan; on dokuzuncu yüzyıl sonu yirminci yüzyıl başında halk şarkısı üslubunda yazılmış “ninni” başlıklı eserler de var. Okulda, koroda veya aile içinde öğrenilmiş bu şarkılar çocukları uyutmak için de söylenmiş ve halen söylenmekte. Bu şarkılar da bestelendikleri dönemin Ermeni toplumsal ve siyasi hayatının tarihselliğini bugüne taşıyorlar.

Ninni repertuarı bu bütünlük ve çeşitlilik içinde değerlendirildiğinde, ninni, üzerinde biriktirdiği tanıklıklarla, sesin ve sessizliğin iç içe geçerek hafızanın toplumsal, siyasi ve mahrem düzeylerde kurulmasına aracılık eden bir tür olarak duruyor. Aktarım ortamında oluşan duygulanımsal bilgi, kişisel ve tarihsel hafızayı bugüne dair bir şey hâline getiriyor.

Sonuç Yerine

Bu makalede, İstanbul’da yaşayan Ermeni kadınların anlatılarını ve ninnilerini tarihsel bilgi üretme ve aktarma kapasiteleri olan formlar olarak okudum. Gündelik hayatın içinde, üst kuşaktan kadınların, anlatılandırma ve seslendirme performanslarının belirli bir duygulanımsal paylaşıma imkân sağladıklarını iddia ettim. Diğer yandan da, anlatıların kurulamadığı, aktarılamadığı, duygulanımsal paylaşımın sesle değil sessizlikle gerçekleştiği anların çokluğundan bahsettim. Dolayısıyla paylaştığım anlatıları, bir yandan korku, acıyı hatırlamak istememe veya başka sebeplerden dolayı susmayı tercih etmekle, diğer yandan hatırlama ve aktarma arzusu ile şekillenmiş bir bağlam içine yerleştirmeye çalıştım. Bu bağlam içinde, ninninin, parçalı bir hafızanın yanına ezgiyi yani akan bir şeyi koyan, dolayısıyla hem hayatta kalmayı, sürekliliği hem de o sürekliliği sekteye uğratan kopuşları barındıran bir tür olduğunu gösterdim.


[i] Bu makale, 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladığım yüksek lisans ve 2013 yılında Chicago Üniversitesi Müzik Bölümü’ne sunduğum doktora tezlerim için yürütmüş olduğum araştırmalara dayanmaktadır. Burada sözlerini alıntıladığım ve gerçek isimlerini gizli tutmakla yükümlü olduğum kişilere, seslerini, deneyimlerini, fikirlerini benimle paylaştıkları için minnettarım. Makalenin yayıma hazırlanma aşamasındaki destekleri için Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar editörlerine teşekkür ederim.

[ii] Nadia Seremetakis, “Memory of the Senses, Part II: Still Acts (Duyuların Hafızası, Bölüm II: Duran Eylemler)” makalesinde, 1991 yılında Atina’da yaptığı bir görüşmeyi aktarır. Görüşmede Elpida, kadınların sık sık kendi geçmiş yaşantılarını çocuklar için masallara dönüştürdüklerini, gerçek olayları, mahallede yayılan haberleri çocuklara eski zamanlardan hikâyeler olarak anlattıklarını söyler. C. Nadia Seremetakis, “Memory of the Senses, Part II: Still Acts (Duyuların Hafızası, Bölüm II: Duran Eylemler),” The Senses Still: Perception and Memory as Material Culture in Modernity (Duran Duyular: Modernitede Maddi Kültür Olarak Algı ve Hafıza) içinde, der. C. Nadia Seremetakis (Chicago: The University of Chicago Press, 1996), 25.

[iii] Ermeni Soykırımı ile ilgili Türkçeye çevrilmiş temel kaynaklar arasında şunları sayabiliriz: Raymond H. Kévorkian, Ermeni Soykırımı (İletişim Yayınları, 2015); Ronald Grigor Suny ve Fatma Müge Göçek ve Norman M. Naimark, Soykırım Meselesi: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Ermeniler ve Türkler (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015); Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur – Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar (İletişim Yayınları, 2007); Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımı Tarihi (Belge Yayınları, 2009).

[iv] Metin boyunca alıntılanan Ermenice mülakatların ve ninnilerin çevirileri bana aittir.

[v] Ani, İstanbul 1941 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 23 Ocak 2012, İstanbul.

[vi] Seremetakis, büyükannelerin ve yaşlı kadınların çocukları yedirirken lokmaların sıcaklığını dudaklarına ve dillerine değdirerek anlamalarını, sert lokmaları tükürükleriyle yumuşattıktan sonra çocuklara vermelerini, yaraları tükürükleriyle iyileştirmelerini, çocukları severken onlara “kalbim”, “gözüm” diye hitap etmelerini bedenler arasında bir paylaşım, kendinden bir parça verme olarak tanımlıyor. Burada Seremetakis’in madde, hafıza ve duyu ilişkisine dair tartışmasını şarkıların hafızasını anlamak için yeniden düşündüm. Seremetakis, “Memory of the Senses, Part II,” 24-29.

[vii] Seremetakis, hafızayı aklın veya öznelliğin ötesinde, bedenler, anlam yüklü objeler, maddi pratikler ve bunları deneyimlememizde kültürün aracılığı üzerinden düşünmeye; dolayısıyla duyuları merkeze koyan, hafızayı hem meta-duyusal bir kapasite hem de bir duyu organı olarak tanımlamaya davet eder bizi. Hafıza, tüm diğer duyuları birbirine bağlayan duyular üstü bir duyudur, ancak aynı zamanda her duyuya içkindir. Duyular hem birbirlerinden ayrı hem de birbirleriyle bağlantılı oldukları gibi hafıza da hem bütün duyulardan farklı hem de onlarla iç içe geçmiştir. Kimi zaman hafıza bir duyunun kaydettiği deneyimin bir başka duyuda muhafaza edilmesini sağlar. Bedenin dışına dağıtarak mekânlarda ve eşyalarda da duyuların kayıtlarını bulmayı sağlar. Hafıza ve duyular istemsiz deneyimler olma boyutunda iç içe geçmişlerdir. C. Nadia Seremetakis, “The Memory of the Senses, Part I: Marks of the Transitory (Duyuların Hafızası, Bölüm I: Geçici Olanın İzleri),” The Senses Still: Perception and Memory as Material Cuture in Modernity içinde, der. C. Nadia Seremetakis (Chicago: The University of Chicago Press, 1996), 9.

[viii] Duygular ve duygulanımla ilgili tartışmalar için bkz. Marie Thompson ve Ian Biddle, Sound, Music, Affect: Theorizing Sonic Experience (Ses, Müzik, Duygulanım: Sessel Deneyimi Kuramsallaştırmak) (Bloomsbury Academic, 2013); Lauren Berlant, Cruel Optimism (Acımasız İyimserlik) (Duke University Press, 2011); Lauren Berlant, The Female Complaint: The Unfinished Business of Sentimentality in American Culture (Kadın Şikâyeti: Amerikan Kültüründe Duygusallığın Tamamlanmamış Davası) (Duke University Press, 2008); Eric Shouse, “Feeling, Emotion, Affect (His, Duygu, Duygulanım)” M/C Journal 8/6 (2005). (Erişim 21.10.2015) http://www.journal.media-culture.org.au/0512/03-shouse.php; Teresa Brennan, The Transmission of Affect (Duygulanımın Aktarımı) (Cornell University Press, 2004); Sara Ahmed, The Cultural Politics of Emotion (Duyguların Kültür Politikası) (Routledge, 2004); Cathy Caruth, “Introduction: The Wound and The Voice (Giriş: Yara ve Ses),” Unclaimed Experience: Trauma, Narrative, and History (Sahip Çıkılmamış Deneyim: Travma, Anlatı ve Tarih) içinde (The Johns Hopkins University Press, 1996), 1-24; Alison M. Jaggar, “Love and Knowledge: Emotions in Feminist Epistemology (Sevgi ve Bilgi: Feminist Epistemolojide Duygular),” Gender/Body/Knowledge: Feminist Reconstructions of Being and Knowing (Cinsiyet/Beden/Bilgi: Feminist Olma ve Bilme Yeniden İnşaları) içinde, der., Alison M. Jaggar ve Susan R. Bordo (New Brunswick: Rutgers Univ. Press, 1989), 145-71; Catherine A. Lutz, “The Cultural Construction of the Emotions (Duyguların Kültürel İnşası),” Unnatural Emotions: Everyday Sentiments on a Micronesian Atoll and Their Challenge to Western Theory (Doğal Olmayan Duygular: Bir Mikronezya Atolünde Gündelik Duygular ve Batı Teorisine Getirdikleri Meseleler) içinde (Chicago: University of Chicago Press, 1988), 3-13.

[ix] Sözlü gelenek formlarının tarihselliği üzerine bir tartışma için bkz. Ruth Finnegan, “A Note on Oral Tradition and Historical Evidence (Sözlü Gelenek ve Tarihsel Kanıt Üzerine Bir Not),” Oral History: An Interdisciplinary Anthology (Sözlü Tarih: İnterdisipliner Bir Antoloji) içinde, der., David K. Dunaway & Willa K. Baum (Londra: Alta Mira Press, 1996), 126-134.

[x] Naze, Sason 1932 doğumlu, mülakat dili Türkçe ve Kürtçe, 9 Ağustos 2012, İstanbul.

[xi] Naze “işi” olarak Türkçe söyledikten sonra, Vartuhi “kordzi” (Ermenice’de “işi”) olarak düzeltti.

[xii] Makruhi, Diyarbakır 1934 doğumlu, mülakat dili Türkçe, 7 Temmuz 2012, İstanbul.

[xiii] Burada “bizi de” muhtemelen “Süryanileri de” anlamında. Asuri-Süryani soykırımı (Seyfo) ile ilgili bkz. Anahit Khosoreva, “The Assyrian/Syriac Genocide in the Ottoman Empire and Adjacent Territories (Osmanlı İmparatorluğu ve Çevre Bölgelerde Asuri-Süryani Soykırımı),” The Armenian Genocide: Cultural and Ethical Legacies (Ermeni Soykırımı: Kültürel ve Etik Miras) içinde, der., Richard G. Hovannisian (New Brunswick, NJ: Transaction Publishers, 2007), 267-274; David Gaunt, Massacres, Resistance, Protectors: Muslim–Christian relations in Eastern Anatolia during World War I (Katliamlar, Direniş, Koruyanlar: Birinci Dünya Savaşı Sırasında Doğu Anadolu’da Müslüman-Hıristiyan İlişkileri) (Gorgias Press LLC, 2006).

[xiv] Şarkının dil ve bedenle ilişkisi ve kuşaklar arası aktarımla ilgili bkz. Veena Das, “Language and Body: Transactions in the Constructions of Pain (Dil ve Beden: Acının İnşalarında Hareketler),” Daedalus 125 (1996): 67- 91; Cheryl A. Wall, “Introduction,” Worrying the Line: Black Women Writers, Lineage, and Literary Tradition (Mısrayla Oynamak: Siyah Kadın Yazarlar, Silsile ve Edebi Gelenek) içinde (Chapel Hill: The University of North Carolina Press, 2005), 5-20; Trinh T. Minh-ha, “Grandma’s Story (Büyükannenin Hikâyesi),” Woman, Native, Other: Writing Postcoloniality and Feminism (Kadın, Yerli, Öteki: Postkolonyalliği ve Feminizmi Yazmak) içinde (Indiana University Press, 2009), 119-151.

[xv] Talin, İstanbul 1963 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 14 Ağustos 2010, İstanbul.

[xvi] Azaduhi, İstanbul 1930 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 14 Ağustos 2010, İstanbul.

[xvii] Muhtemelen “senin istediğin olmayacak, uyuyacaksın” anlamında. M.M. Miansaryants’ın Knar Haygagan (Ermeni Liri) (St. Petersburg, 1868) kitabındaki versiyonda “Ku gankunovıt gıdav çi ga” olarak geçiyor, büyük ihtimalle “senin boyunda keten/kumaş yok” anlamında kullanılmış.

[xviii] M.M. Miansaryants, Knar Haygagan (Ermeni Liri) (St. Petersburg, 1868), 120-122.

[xix] 1925 yılında Boston’da yayımlanmış olan başka bir şarkı kitabında, Joğovırtayin Yerkaran’da (Halk Şarkı Kitabı) şarkının altına P.S. Sahagyan diye not düşülmüş, demek ki 1852 kaynağı yani Purasdan Surp Sahagyan temel alınmış. Joğovırtayin Yerkaran (Halk Şarkı Kitabı) (Boston, 1925), 539-540.

[xx] Örneğin bkz. Armenian Lullabies, Hasmik Harutyunyan with the Shoghaken Ensemble (Ermeni Ninnileri, Hasmik Harutyunyan ve Şoğagn Topluluğu) (Traditional Crossroads, 2004).

[xxi] Bu ninni derlenmiş ya da bir edebiyatçı tarafından yazılmış olabilir. Ninni şiirleri ve bestelenmiş ninnilerin tarihine dair bkz. Melissa Bilal, “Direnişin Şarkısı: Ondokuzuncu Yüzyılda Ermeni Ninnileri, Utanç ve Onur: 1915-2015 Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı içinde (Evrensel Basım Yayın, 2015), 219-235. Okulda veya koroda öğrenilen, sahnede veya aile içinde icra edilen, hatırlanan ya da unutulan bestelenmiş ninnilere örnekler için bkz. Melissa Bilal, “Thou need’st not weep, for I have wept full sore: An affective genealogy of the Armenian lullaby in Turkey (Sen ağlama, ben çok ağladım: Türkiye’de Ermeni Ninnisinin Duygulanımsal Bir Soykütüğü),” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, University of Chicago, 2013).

[xxii] Valantin Mazlum, “Küği Kişerner,” Yerazi Nıman içinde (İstanbul, 1993), 9. Valantin Mazlum’un detaylı biyografisi için bkz. Valantin Mazlum: Tasdiarag Taşnagaharı (Valantin Mazlum: Piyanist Hoca) (İstanbul: Aras Yayıncılık, 2008).

[xxiii] Sona, Darende doğumlu, doğum tarihi kaydedilmemiş (1920’ler sonu 1930’lar başı), mülakat dili Türkçe ve Ermenice, 10 Eylül 2003, İstanbul.

[xxiv] Yerçanig, İstanbul 1922 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 22 Ağustos 2011.

[xxv] Nor Yerkaran Gı Barunage Hin yev Nor Azkayin Yerker Inçbes Naev Osmanyan Sahmanatrutyan artiv kırvadz Tırkaparpar Yerker (Yeni Şarkı Kitabı Eski ve Yeni Milli Şarkılar ve Osmanlı Anayasası vesilesiyle yazılmış Türkçe sözlü Şarkılar İhtiva Eder) (İstanbul: H. M. Aznavur yev O. Parseğyan, 1909).

[xxvi] Yasaklara dair Osmanlı arşiv belgeleri için bkz. Bilal, An affective genealogy of the Armenian lullaby in Turkey.

[xxvii] Detaylı tartışma için bkz. Marianne Hirsch (ve Leo Spitzer), “Testimonial Objects (Tanıklık Nesneleri),” The Generation of Postmemory: Writing and Visual Culture After the Holocaust (Posthafıza Kuşağı: Holokost’tan Sonra Yazı ve Görsel Kültür) içinde, der., Marianne Hirsch (New York: Columbia University Press, 2012), 178.

[xxviii] Burada Marianne Hirsch’in “sense of living connection (canlı bir bağ hissi)” ve “affective link to the past (geçmişle duygulanımsal bir bağlantı)” kavramsallaştırmalarından yola çıktım. Marianne Hirsch, “Introduction (Giriş),” The Generation of Postmemory içinde, der., Marianne Hirsch (New York: Columbia University Press, 2012), 1; Marianne Hirsch, “The Generation of Postmemory (Posthafıza Kuşağı),” Poetics Today 29/1 (2008): 111.

[xxix] Detaylı bilgi için bkz. Ara Sarafian, “The Absorption of Armenian Women and Children into Muslim Households as a Structural Component of the Armenian Genocide (Ermeni Soykırımı’nın Yapısal Bir Bileşeni Olarak Ermeni Kadın ve Çocukların Müslüman Hanelerine Katılması),” In God’s Name: Genocide and Religion in the Twentieth Century (Tanrı Adına: Yirminci Yüzyılda Soykırım ve Din) içinde, der., Omer Bartov and Phyllis Mack (New York: Berghahn Books, 2001), 209–21; Katharine Derderian, “Common Fate, Different Experience: Gender-Specific Aspects of the Armenian Genocide, 1915-1917 (Ortak Kader, Farklı Deneyim: Ermeni Soykırımı’nda Cinsiyet Temelli Deneyim Farklılıkları, 1915–1917),” Holocaust and Genocide Studies 19/1 (May 2005): 1–25; Matthias Bjørnlund, “‘A Fate Worse than Dying’: Sexual Violence during the Armenian Genocide (‘Ölümden Beter Bir Kader:’ Ermeni Soykırımı’nda Cinsel Şiddet,” Brutality and Desire: War and Sexuality in Europe’s Twentieth Century (Gaddarlık ve Arzu: Avrupa’nın Yirminci Yüzyılında Savaş ve Cinsellik) içinde, der., Dagmar Herzog (New York: Palgrave Macmillan, 2009), 16–58.

[xxx] Yerçanig’in annesinin neden ve nasıl Müslüman bir kadının kimliğiyle İstanbul’a geldiğine dair bir bilgimiz yok. Kaçırılan, tecavüze uğrayan, Müslüman erkeklerle evlenen, onlardan çocuk sahibi olan kadınlarla ilgili Ermeni cemaatindeki tutumlar, tartışmalar ve kampanyalar için bkz. Lerna Ekmekçioğlu, “Kız Kaçırma ve Kız Kurtarma: Birinci Dünya Savaşı Sırasında ve Mütareke Yıllarında İstanbul’da Ermenilik ve Müslümanlık,” Toplum ve Bilim 129 (2014): 223–56; Vahé Tachjian, “Gender, Nationalism, Exclusion: The Reintegration Process of Female Survivors of the Armenian Genocide (Cinsiyet, Milliyetçilik, Dışlama: Ermeni Soykırımı’ndan Sağ Kurtulan Kadınların Yeniden Entegrasyonu),” Nations and Nationalism 15/1 (2009): 60–80.

[xxxi] Khıntragadar Surp Asdvadzadzin (Dilekleri Yerine Getiren Aziz Meryem Ana) manastır mevkiine halk arasında verilen isim.

[xxxii] Hripsime Sivas 1932 doğumlu, 15 Aralık 2010, mülakat dili Türkçe ve Ermenice, İstanbul.

[xxxiii] Ayda, Yozgat 1938 doğumlu, mülakat dili Türkçe, 27 Ağustos 2011, Kayseri.

[xxxiv] Ermeni şiir geleneğinde, dağlara ve vadilere kar yağması imgesinin kederi anlatmak için kullanıldığı birçok örnek vardır.

[xxxv] Anna, Kayseri 1930 doğumlu, mülakat dili Türkçe, 10 Ocak 2012, İstanbul. Bu ağıdı Verjine Svazlyan da kayda geçirmiş. Svazlyan’ın Ermenistan, Fransa, Almanya, Amerika, Lübnan, Yunanistan, Mısır ve Türkiye’de kaydettiği tanıklıklar ve şarkılar için bkz. Verjine Svazlyan, Hayots Tseğasbanutyun: Aganades Verabroğneri Vgayutyunner (Ermeni Soykırımı: Sağ Kurtulanların Tanıklıkları) (Yerevan: Ermenistan Cumhuriyeti Ulusal Bilimler Akademisi Kidutyun Yayınları, 2000).

[xxxvi] Markrid, İstanbul 1953 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 12 Ağustos 2011, İstanbul.

[xxxvii] Türkiyeli Ermenilerin geçmişe dair anlatılarını içeren çalışmalar arasında şunları sayabiliriz: Ferda Balancar, der., Sessizliğin Sesi I: Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2011); Ferda Balancar, der., Sessizliğin Sesi II: Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2012); Ferda Balancar, der., Sessizliğin Sesi III: Ankaralı Ermeniler Konuşuyor (İstanbul: Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2013); Leyla Neyzi ve Hranush Kharatyan-Araqelyan, Birbirimizle Konuşmak: Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları (Bonn: DVV International, 2010); Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel, Karin Karakaşlı ve Ferhat Kentel, Türkiye’de Ermeniler: Cemaat-Birey-Yurttaş (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009); Fethiye Çetin ve Ayşe Gül Altınay, Torunlar (İstanbul: Metis, 2009); Yahya Koçoğlu, Hatırlıyorum: Türkiye’de Gayrımüslim Hayatlar (İstanbul: Metis, 2003); Sarkis Çerkezyan, Bu Dünya Hepimize Yeter, der., Yasemin Gedik (İstanbul: Belge Yayınları, 2003); Leyla Neyzi, İstanbul’da Hatırlamak ve Unutmak: Birey, Bellek ve Aidiyet (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999); Feride Çiçekoğlu ve Oya Baydar, der., Cumhuriyet’in Aile Albümleri (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998).

[xxxviii] Hayguhi, Yozgat 1925 doğumlu, mülakat dili Türkçe, 29 Ağustos 2010, İstanbul.

[xxxix] Mari, İstanbul 1930 doğumlu, mülakat dili Ermenice, 7 Ocak 2012, İstanbul.

[xl] Siranuş, İstanbul 1927 doğumlu, mülakat dili Ermenice ve Türkçe, 7 Ağustos 2011, İstanbul.

[xli] Silva, Kayseri 1950 doğumlu, mülakat dili Türkçe, 8 Ağustos 2011, İstanbul.

[xlii] Sarkis Seropyan 17 Mayıs 2004 tarihinde Radikal gazetesinden Celal Başlangıç’la yaptığı söyleşide benzer bir bağlantı kurmuş: “‘Bana masal anlatılmadı’ diye başladı Seropyan, ‘Bana anlatılan masal, tehcirde Karadeniz sahilinde başlayan, Eğin’de süren ve Malatya’da bir yetimhanede noktalanan bir yol hikâyesiydi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin ve dayımın geçtiği yoldan bahsediyorum. Hep bunu anlattılar bana. Gece uyumam için ninni yerine bunu anlatırdı annem, anneannem. Sonra başka bir ülkede dayımı buldum. O da aynı masalı anlattı bana. Bu masalı size anlatmak istemiyorum, sizi üzmek istemiyorum. Çünkü gerçekten ağır bir masal.’” Celal Başlangıç, “Sarkis’in anlatmadığı göç ‘masal’ı,” Radikal, 17.5.2004 (Erişim 20.10.2015) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=116570

[xliii] Mikhail Yuryevich Lermontov’un “Kozak Ninnisi” şiirinin sözleriyle söylenen Rusça ninniden adapte edilmiş olduğu düşünülmektedir. Ermenicesi, Lermontov’un şiirinin ilk iki kıtasına çok yakın Ermenice çeviri ile ve aynı ezgi üstüne söylenmektedir. Soykırımdan sonra yayımlanmış olan farklı şarkı kitaplarında farklı versiyonları vardır. Bugün hatırlanmayan bu versiyonlarda anne oğluna babasının öldürüldüğünden bahsediyor. Bu sözlerin bulunduğu varyantlardan bir tanesi, Vartan Sarksyan’ın piyano ve ses için düzenlemesiyle 1919’da İstanbul’da Gomidas Vartabed’in öğrencilerinin yayımladıkları Hay Kusan (Ermeni Ozan) şarkı kitabında yer almış. Sözlerin ne zaman ve kimin tarafından eklendiğini bilmiyoruz. Babaannemin anlattıkları, Sarksyan’ın 1919’da İstanbul’da yayımladığı sözlerin 1940’larda da bilindiğini gösteriyor. Ondan sonraki kuşakta bu sözleri bilen kimseye rastlamadım. Bkz. Vartan Sarksyan, “Oror,” Hay Kusan, cilt 1 sayı 1 (İstanbul, 1919), 12.

[xliv] İki şiirin de yazılma bağlamının 1915 Soykırımı’yla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Aharonyan’ın şiiri 1908 yılında Boston’da yayımlanmış olan Hayrenik Yerkaran’a (Hayrenik/Vatan Şarkı Kitabı) dahil edilmiş olduğuna göre muhtemelen 1895-1897 katliamlarının ardından yazılmıştır. “Ari İm Sokhag”ın sözleri de 1881’de yazılmıştır. İki şarkının da bestecisi belli değildir. Sözleri için bkz. Hayrenik Yerkaran (Boston: Hayrenik Dıbaran, 1908), 18; Kamar Katiba, Azadutyan Yerker (Özgürlük Şarkıları) (Geneva: Yevrobayi Hay Usanoğagan Miutyun, 1903), 7-8.

[xlv] Bu ninniyle ilgili detaylı tartışma için bkz. Bilal, Direnişin Şarkısı. Bu ninninin Türkiye’de bulabildiğim son baskısı 1931 yılında Hay Gin (Ermeni Kadın) dergisinde. Şarkının toplumsal hafızada korunduğuna ve şiirinin yazılı kaynaklardan yeniden Türkiye Ermenilerinin repertuarına girmesine dair bir ipucu Surp Haç Tıbrevank Okulu’nun kuruluşunun ellinci yılı dolayısıyla yayımlanan Ermeni Şiirinden Seçmeler derlemesinde yer almasıdır (Pakrat Estukyan, Sezar Avedikyan der., Hay Panasdeğdzutyan Indrani, kitap ve CD, seslendiren Sarkis Boğosyan (S H Tıbrevank ve Knar Müzik, 2003?), 126-127.

[xlvi] Ninninin İstanbul’daki ilk icrası 1996 yılında Sayat Nova Korosu’nun Khaçadur Avedisyan’a adanmış konserinde gerçekleşti.

[xlvii] Şarkıyı İstanbul’da ilk kez, Sayat Nova Korosu’nun 1999 Mşo Yerker (Muş Şarkıları) konserinde, koroyu yöneten Ermenistanlı müzisyen Lusine Şahrikyan seslendirdi ve bir ninni olarak tanıttı. Şarkının, Ermenistan’da, Muş-Sasun Ermenilerinin yerleşmiş olduğu Talin bölgesinde yaratılmış olduğunu biliyoruz.

 

 

 

Leave a Reply