Simten Coşar “Akademinin Bitmek Bilen Koridorları: Eril Çivilerden Boşalan Yerlere Feminist Dikişler” adlı yazısında Türkiye’deki akademinin şu anda içinden geçtiği süreci bir kötüleşme olarak değil, neoliberal kapitalizm ile ilişkisi üzerinden okuyarak akademinin bugünkü hâlini aslında geçmişteki problemlerin bir kriz olarak ortaya çıkması olarak tanımlıyor. Bu durumda geçmişte akademisyenlere örnek verilebilecek altın bir çağ olmadığını fakat feminist pratiğin bu anlamda ilerici tartışmalara öncülük edebileceğini ifade ediyor. “Peki nasıl bir akademi?” sorusunu sorarken feminizmi çağırmanın, erkek çivilerin yerine kadınların örgülerini, dikişlerini, boyalarını, yamalı bohçalarını kullanmanın etik sorumluluğumuz olduğunu hatırlatıyor.
Yerleşik bir söz vardır: “Dünyanın çivisi çıktı”. İlk duyduğum andan bu yazıyı yazmakta olduğum ana kadar ve muhtemelen sonrasında da dünyayla çivi arasındaki ilişkiyi çözmek üzerine düşünme ihtiyacı duymadım. Eşyanın doğası gereği duymadım, zira modernizmin göbeğine doğdum, göbeğinde yetiştim; modernist aklın çizgisinde kültürlendim. Dünyanın çivisi dünya bir makineyse çıkar; bundan şikâyet de tamamen makinelerin tanımladığı bir döneme öykünmeyle değil makinelerin yanında elin doğrudan üretiminin sanatsal olarak ve zanaatkâr açısından değerli addedildiği döneme referansla kurulur. Dünyanın makineyle sembolikleştiği zamanları yaratıcının saat tamircisine benzetildiği zihniyetle bağlantılandırmak mümkün. Çivi çıktığında tamirciye ihtiyaç duyulur.
Modernist akıl ve pratik, çiviyi de makineyi de tamirciyi de eril kodlar. Bu, modern öncesi sanatın ve zanaatın erkek-egemen olmadığı yanılsamasına yol açmamalı. Ancak, toplumsal cinsiyet temelli ikilikler, elin, gözün, zamana teslim edildiği üretim biçimlerinden elin de gözün de planlı, programlı bir şekilde makinenin çalışmasına uydurulduğu modern zamanlarda daha da keskin olarak ortaya çıkar. Elin sakarlıklarını, elde, gözde, insan varoluşunun “an”lığında gizli yaratıcılığın olası kazalarını minimuma indirme kaygısındaki makine aklı hâkim olanın devamını olabildiğince kesinleştirmeye çalışır. Çivinin de, makinenin de, tamircinin de erilliği bu kesinleştirme kaygısında, çabasında görülür. Bu çaba nafile olduğu ölçüde, modernin aradığı kesinlik moderne aykırı olduğu ölçüde erilliğin çözülmesi kaçınılmazdır. Çözülmenin yarattığı endişenin çaresi çivide aranır. Zira çivi, sabitler. İronik olan, esasen kendisini sabitliyor olmasıdır.
Bugün, Türkiye coğrafyasında, tamircinin çiviyi yerine yerleştirmek yerine makinenin artık tedavülden kalktığı varsayımıyla çiviye gerek duyulmayan makineleri dolaşıma/kullanıma sokmaya girişen tüccara/finansçıya dönüştüğü aşamaya gelindiği söylenebilir. Sanırım Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana aynı çiviye yapılan düzeltmelerle makine işletilebiliyordu. Yine sanırım, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, sırasında ve akabinde yaşananlar nedeniyle çivi takımı baştan aşağıya yenilendi. Bu yenilenme 1970’lerin ortalarına kadar esnedi—İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler ve Mussolini’nin yokluklarına dayanılarak takım yenilemenin savaşla birlikte tamamlandığı kanısı genelgeçerleşti. Ancak, bu genelgeçerleşme İspanya’yı ve Franco’yu atladığı ölçüde eksik bir okumayı beraberinde getirir. Bu eksiklik, bugün Türkiye’de olan bitenlerin bir kısmını anla(t)maya çalışırken sıklıkla başvurulan geçmiş coğrafyanın İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırası Almanya’sı olmasında, İspanya’nın uzun tecrübesinin pek söz konusu edilmemesinde de izlenebilir. Bunun, Franco’nun İspanya’sında diktatörlüğün dönemin siyasal ve ekonomik gerekleriyle çatışmamasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Franco İspanya’sı, yapısal açıdan, Avrupa’nın istisnası değil tamirden geçmiş makinenin bir parçasıdır. Bugün Türkiye’de olup bitenlerin de olup bitmeye devam etmelerini benzer bir bağlantıyla anla(t)mak mümkün. Hâl böyle olduğunda, çivinin çıkması aslında beklenmedik bir durum, bir arıza olmuyor; aksine gidişat gereği oluyor.[ii] Ama yaşamsal akış makinenin her zamanki işleyişine bağlı olduğu ölçüde çivi çıktığında insan olma, anlama, anlatma zeminimiz altımızdan kayıyor.[iii]
İşte, bugün içinden geçtiğimiz sosyo-politik süreçlerde dünyanın çivisinin çıktığı tespiti abartı olmasa gerek.[iv] Bunu bile tereddütle yazmak, abartı olmadığının kanıtı. Kapitalizmin bu son evresinin krizinin en düğüm düğüm olmuş, en dipten gelen ve dolayısıyla en güçlü dalgasının kıyılarımızı darmadağın ettiği bir evredeyiz. Bu evrede siyasetin ve iktisadın makro düzeyinden gündeliğimizin, oluşumuzun mikro alanlarına kadar ters yüz olmayı deneyimliyoruz. Söz konusu deneyimler bütünü herhangi bir şeyi tüm maddiliği-somutluğu-dokunulabilirliği-tadılabilirliği-koklanabilirliği ve nihayetinde duyulabilirliği/duyumsanabilirliği anlamında gerçekliğiyle yaşamayı zorlaştırdığı ölçüde bir şeyi ve herhangi bir şeyi doğrusuyla bilmeyi de imkânsız kılıyor. Ve artık kendine dönmeye çağrılan düşüncelerin, düşüncenin ve düşünme ediminin izleğinde kendine dönük düşünmeye meyleden, “düşünen ego”lar[v] dünyasına davet edilen bilgi üreticileri, aktarıcıları, dolaştırıcıları, paylaştırıcıları ve paylaşanları için hep bir şüphenin gölgesinde söylemek/konuşmak ihtimaliyle yaşamaktan başka bir seçenek kalmıyor.
Bu şüphe, modern düşünceyi ve modern bilimi, “şüphe ediyorum öyleyse varım”[vi] sözünde olduğu haliyle mümkün kılan bir tereddüdün aksi bir bilme/yaşama iddiasını beraberinde taşıyor. Söz konusu tereddüdün bireysel bakmayla evrensel bilmeyi biraraya getirme hevesinin/özleminin/hırsının bir parçası olarak okunmasının önünü alıyor. Böyle bir okumaya içkin bilerek yaşamaya/yaşayarak bilmeye yönelik çağrının aksine, tüm bilme ve yaşama ihtimallerini tikele, tek(il)e, şahsa hapseden düşünme biçimine, bir meçhule işaret ediyor. Zira şahısla tanımlanan, şahısa kilitlenen, şahıstan ibaret kılınan bilme ve yaşama, bilginin ve yaşamın kolektif olma ihtimallerini baştan yok sayıyor; yerine ya seçilmiş toplulukları ve/ya da mahkûm kalınmış/kılınmış cemaatleri getiriyor. Tam da bu açıdan, özneliği seçimler üzerinden tanımlamayı ve dolayısıyla seçmeyi reddetmek mevcudu kökten sarsıcı bir duruşa işaret eder. Zira, seçmekle mahkûm edilmek arasında sıkıştırılmışlığıyla nihai portresine kavuşan neoliberal öznenin varlığı, ne kadarlığı ve süresi, alternatifsizliğin süreğen olarak üretildiği, dolayısıyla halihazırda seyreden alternatiflerin olumsuzlandığı bir ortamda seçmeyi de mahkûm kalmayı/kılınmayı da reddeden sayısız öznelik halleri karşısında meçhule meyleder.
Neoliberal düzenin, neoliberal öznelerin, neoliberal nesnelerin ve oluş hallerinin kırılganlığını, incinebilirliğini, elastikiyetini, esnekliğini, belirsizliğini, belirsizlik kaynaklı kararsızlığını ve dolayısıyla süreğen olarak risk altında yaşar halini (precariousness) abartı, şahsiyet, ego, meçhul ve müphem sıfatlarıyla tanımlamak mümkün. Bu sıfatlar, yaşam alanlarımızın neredeyse hepsinin tamamen değilse de büyük ölçüde endüstrileştiği bugünde teker teker insanlardan, hanelere/evlere/binalara, “iş”lere ve oradan çevreyle ve dolayısıyla yeryüzüyle, toprakla, ülkeyle ve yine dolayısıyla kendimizle ilişkimize kadar uzanan bir doğrudaki olup bitmeleri, sabitleri ve değişkenleri tanımlıyor. Böylesine bir sıkışmışlık, müphemlik, biteviye kararsızlık, biteviye psikolojizm akademik bilgi uğraşıyla hak temelli toplumsal ve siyasal hareketlenmenin ilişkiselliğine, genel haliyle teoriyle pratiğin nazlı ve ancak engellenemez ayrışamazlığına ne yapar; ve bu ilişkisellik ve biraradalık böylesine bir sosyo-politik olamama haline ne yapar?
İlk soruya yanıt verirken söz konusu sosyo-politik ortamın somuta tahvilini tanımlayan unsur olarak yaşamın her alanının bir iş yapma biçiminin/piyasaya endeksli devasa bir iş ilişkisinin parçası haline gelmesine işaret etmekte fayda var. Dolayısıyla, insan olarak yaşayageldiğimiz günlerin, haftaların, ayların çalışma/meslek hayatının geriye kalan kısımlarının—kapitalizmin yirminci yüzyılda Birinci Dünya’daki işleyişinden aşina olduğumuz şekilde—çalışma hayatına göre düzenlenmesinin ötesinde, para kazandığımız meslek içi ya da dışı her anın, özelin ve mahremin dâhi işmişçesine düzenlenmesiyle tanımlanabilecek bir sosyo-politik ortamdan bahsedebiliriz. Burada geçici ve tartışmaya açık olarak çalışma alanıyla iş kolu arasındaki ayrımı, çalışma koşullarının/işin tanımlanması açısından Fordist kapitalizmle post-Fordist kapitalizm arasındaki farklılığa dayandırıyorum. Fordist kapitalizm koşulları altında çalışma alanları diğer alanlardan özerk kılınır ve diğer alanlar üzerinde üstünlüğü açıktır. Post-Fordist kapitalizm koşulları altında deneyimlenen ise bütün alanların çalışma alanına dönüştürülmesidir. Bu olurken, kapitalist çalışma retoriğindeki sınıfsal ayrıştırmaları netleştiren, yapılan işler arasındaki sınırların ortadan kaldırılmasıdır. Bunun somut görünümleri, hemen herkesin işçileştirilmesinde, güvencesizleştirilmesinde ve sendikasızlaştırmada bulunabilir. Bir yandan güvencesizliğin, örgütsüzlüğün maksimum düzeye çıkmasıyla toplumsal olanın tamamen göz ardı edildiği bir ortamda sınıfsal olanın tamamen görünmez kılınmasından bahsedilebilir. Diğer bir ifadeyle, bu standartlaştırma sınıfsal hiyerarşilere yansımaz; aksine gelir farklılıkları keskinleşir; yansı sadece sınıfsal ayrıştırmanın muğlâklaşmasıdır.
Akademinin çalışma alanından iş koluna dönüşmesiyle, tam da çalışmanın üretim alanı olmasına bağlı olarak kurulan iş ilişkilerinin muhalif örgütlenmeye fırsat sağlayan iç alanlarda dayanışmacı bir çizgiye evrilmesinin önünü tıkandığı bir çalışma/işçilik halinden bahsediyorum. Bunun somut örnekleri, regüler bir şekilde düzenlenen kurum içi eğitimlerle, akademideki işçinin öğretebilme yetkinliğinin bu tür sertifika programlarıyla tescillenmesinde, Türkiye’de ALES gibi sınavlarla, akademiye girişin akademi dışı kriterlere bağlı kılınmasında, özgeçmiş yazımının özel şirketlerdeki modeller üzerinden belirlenmeye başlamasında görülebilir.[vii] Neoliberal kapitalizmin, tanımı olup olmadığından şüpheye düşülmesine neden olabilecek denli esnek işleyişine rağmen bunun savaşsız coğrafyalarda neoliberal olma biçimlerine tekabül ettiğini;[viii] iş disiplininin neoliberal gereklerinin yaşamın her alanına yaygınlaşmasıyla bağlantılı olduğunu söylemek mümkün. Bu gerekleri kısaca, esneklik (zaman-mekân-beceri), akışkanlık (zaman-beden-düşünmek/bilmek), özgüven(sizlik)/güvencesizlik (akıl-karakter/çalışma) olarak listeleyebiliriz. Dünya genelinde ve Türkiye özelinde üniversiteler vasıtasıyla akademik olanın ve alanın yeniden tanımlanmaya ve yapılandırılmaya çalışıldığı, kabaca 40 yıllık zaman diliminde neoliberal kapitalizmin iş kolu olma hâli daha da netleşegelen akademiye girmeye çalışan ya da halihazırda girmiş olan prototipten de bu gerekleri karşılıyor ya da karşılamaya hazır olması gitgide daha fazla beklenmektedir. Neoliberal kapitalizme özgü çelişkilerde açıkça görmemiz muhtemel irrasyonalite, söz konusu gereklerin normalleştirilerek akademiye yaygınlaştırılması ve bunun bizatihi akademikler vasıtasıyla gerçekleştirilmesine bağlı olarak akademinin gündeliğine hâkim kılınmaktadır.
Hâl böyle olduğunda, neoliberal kapitalizmden azade olması imkânsız bir çalışma alanı olarak akademi, neoliberal bir iş koluna dönüşme sürecinde nasıl işler; bu işleyişe karşı direnme potansiyeli var mıdır; direnme potansiyeli varsa hangi noktalarda—mecazi olarak akademinin hangi koridorlarında, odalarında, sınıflarında ve/ya da açık alanlarında—ama her şeyden önce muhalif duruşa sahip akademiklerin hangi ve ne tür çabaları, yapıp etmeleriyle mümkündür? Bu yazının sınırları içerisinde ele alınması, tek bir akademisyenin yaşam sürecinde yanıtlamayı iddia etmesi mümkün olmayan bu soru, yukarıda bahsi geçen, akademik bilgi uğraşıyla hak temelli toplumsal ve siyasal hareketlenmenin ilişkiselliği ve teori-pratik biraradalığının mevcut sosyo-politik ortama neler yapabildiği ve yapabileceği meselesiyle bağlantılıdır. İlerleyen sayfalarda, önce bir çalışma alanından bir iş koluna dönüşme sürecindeki akademide ve akademiye özne olarak çağrılanlara esneklik, akışkanlık ve (öz)güven(sizlik) kıstasları üzerinden biçilen kimliklere/rollere kabaca değiniyorum. Ardından “bugün bizlere dair olanlar”ı sadece bize yapılanlar üzerinden değil,[ix] aynı zamanda bizlerin onlarla yapageldiklerimiz ve yapmadıklarımız üzerinden ve bu eksende feminist akademiye ve/ya da akademideki feministliğe dair neler söylenebileceğini soruşturarak devam ediyorum. Dolayısıyla bu yazının temel derdi, pek tabii ki, akademiyle, akademinin bir iş koluna dönüşmesiyle ve özlenecek geçmişin olmadığı bir akademide umutsuz olmaya hakkımızın olmadığı tespitinden hareketle akademik olanın toplumsal-siyasal halleriyle…
Akademide esnek, akışkan ve (öz)güven(siz)/güvencesiz olmak
İşin zorlayıcı yanı, “neoliberalizm geldi; darmaduman olduk” diyememekte. İşin zor yanı, geçmişten modelleyerek ya da geçmişe dayanarak bir model üreterek ilerleyememekte. Öte yandan, belki de, işin heyecan verici yanı da burada. Yaratıcılığı, akademi gibi özele hapsettiren, “düşünen ego”yu daha alternatifsizleşmeden davet eden bir alanda kimi zaman iş kazalarına yol açsa da, birlikte hareket etme adımlarını atmayı, yeni örgütlülükleri mümkün kılan, umutlu kılan da bu olsa gerek: Dayanılacak, kurumsal eski güzel günlerin olmaması. Akademik kurumsallaşma, bilgiyle münhasır ve dışlayıcı ilişkilenme hep belirli bir ayrımcılık pratiği üzerinden işlemişken, özellikle Türkiye’de toplumsal-siyasal ilişkiselliğinin hep kurumsal iktidar temelli-odaklı kurulagelmesi geçmişe dönük nostaljiyle atıllaşmayı, bu tür bir atıllaşmanın kolaylaştırdığı düşünen ego pratiklerini ötelememize yardımcı olabiliyor. İçerisinden geçilen dar zamanlardan özgürleşmeye dönük düşünülmemişi, düşünülemeyecek addedileni mümkünler listesine eklememizi sağlayabiliyor.
Akademinin iktidar-odaklı işleyişinde kapitalizmin evrelerinin, cumhuriyet rejiminin farklı dönemlerdeki siyasal ve kültürel işleyişinin ve dolayısıyla ulus-devlet yapısındaki değişimlerin belirleyici olduğu şüphe götürmez. Öyleyse, burada söz konusu olan serbest piyasa bağlantısı, bilgiyle kurulan kurumsal ilişkinin devlet-vatandaş ilişkilenmesi eksenine dayanması yeni olmayan bir kuruma, bir çalışma alanına, bilgiyle belirli bir iştigal formuna işaret ediyor. Bu nedenle, “neoliberalizm geldiğinde darmaduman olmadık.” Aksine neoliberalizm geldi ve akademik olma hallerinin serbest piyasayla, siyasal ve kültürel iktidar mekanizmalarıyla ve ulus-devletle sancılı bağlantısı bir daha üzeri örtülemeyecek şekilde açığa çıktı. Bu açığa çıkış, içeriden ve dışarıdan muhalefete dönük baskı, şiddet ve etkisiz kılma pratiklerini daha önceki evrelerde olmayan ölçüde etkili kıldı. Bunu bir yandan neoliberal politika tercihlerinin bir aşamada—başlangıçta, ortada, ya da son aşamada—otoriter yönetimlerle uyum içerisinde işlemeleri, otoriter yönetimleri talep etmeleri ve otoriter yönetimler vasıtasıyla normalleşebilmelerine bağlayabiliriz. Diğer yandan, tam da neoliberal esneklik, akışkanlık ve (öz)güven(siz)lik çağrılarının akademi alanında bulunanları davet ettikleri/yönlendirdikleri roller ve işlevlerle akademik öznelerin yapıp etmeleriyle bağlayabiliriz.
Öyleyse, esneklikten başlanabilir. Neoliberal dönemlerde serbest piyasa dinamiklerinin işleyişi açısından vazgeçilmez addedilen özne esneklik önceliğiyle tanımlanageliyor. Bu, esasen, bildiğimiz, kapitalist yerleşik düzenlerin 1970’lerin ikinci yarısından itibaren olmaya devam edebilmeleri için, söz konusu piyasaların gözlükleriyle bakılan, vatandaşlardan, çalışanlardan, işçilerden ve işçileştirilmiş bizlerden talep edilen ve doğrudan liberalliğin seçme hakkına kayıtsız şartsız bağlılığıyla ilgili bir olma hali. Dolayısıyla, yine liberal gözlüklerle bakıldığında aslında özgürleştirici bir potansiyeli olduğu söylenegeldi ve şaşırtıcı bir şekilde sadece Birinci Dünya’da değil, Üçüncü Dünya’nın tam göbeğinde de bu şekilde dillendirilebiliyor. Bu yanıltıcı iddianın genelgeçerleşmesi ayrı bir konuyken, bu genelgeçerleştirme esnasında karşı duranların ne(ler) yaptıkları açıklanması daha elzem bir soru(n) olarak durmakta.
Esneklik aslen, iş koşullarının zaman-mekân kısıtlarının ötesine taşınmasına işaret ediyor. Böylelikle gerek kapitalist çalışma koşullarına özgü sömürü pratiklerinin işleyişi açısından gerekse bu pratikleri aşındıran politikalar üretmek açısından etkili bir zemin sunuyor. Esnek iş koşulları altında, akademikler artık ofislere, fakülte/bölüm koridorlarına, kütüphanelere, diğer bir ifadeyle, akademinin kurumsal ve inşaatıyla ilişkili alanlara hapsolmuyorlar. Akademik iş üretiminin zamanını ve mekânını kendi yaşamsal akışları içerisinde nispeten özerk bir şekilde ayarlayabilecekleri varsayılıyor. Burada hemen aynı esnekliğin, akademik iş değerlendirmesinin, akademik çalışma kıstaslarının ve nihayetinde akademik bilgi nitelendirmesinin tam anlamıyla serbest piyasa ekseninde kurulduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Yanı sıra, akademik üretimin nitel değerlendirilmesinden değil teknik hesaba dayalı bir kâr-zarar-fayda üçlemesine referansla varılan nicelliğin ön plâna çıkartılmasından, akademik bilginin doğrudan ticaretle, endüstriyle ve finansla ilişkilendirildiği koşullar içerisinden işlemesinden bahsediyoruz. Böylelikle zaman-mekân kısıtlarının ötelenmesinin kurumsal yapılanmadan ve fizikî ortamdan kısmen olsa da özerkleşme potansiyelinden ibaret olmadığı açığa çıkıyor.
Aynı öteleme, akademinin bir iş koluna dönüşüm sürecinde akademisyenlerin örgütlü ve etkin muhalefetini kısa vadeyle, yerel olanla ve çoğu zaman bireysel alanlarla sınırlandırabilen bir zemini de beraberinde getirebilir. Zira, esneklik gereği, akademisyenleri zaman-mekân kısıtlarından nispeten özerklik sağlıyormuşçasına yeniden-konumlandırırken, söz konusu (yeni) konumun devamlılığı akademisyenlerin biricik addedilen becerileri üzerinden rekabet etmelerini gerektirdiği ölçüde beraber çalışmanın, beraber üretmenin, birlikte hareket etmenin, diğer bir ifadeyle, bizlerin anlamına içkin kolektifliğin önünü tıkar.[x] Nitekim, çalışmanın neoliberal düzenlenmesine özgü güvencesizlik ve harcanabilirlik, işçi olarak akademisyenin gündelik yaşamını ve akademik araştırma ve öğretim güzergâhını, yüksek puan getirecek yayınlara meyletmesini, dolayısıyla cazip, revaçta, yükselişte temalar üzerine çalışmasını, yazmasını gerektirerek doğrudan etkiler. Bu etkiye paralel olarak, kendisi gibi güvencesiz ve harcanabilir işçiler olarak diğer akademiklerle gitgide seyrekleşen karşılaşmalar birlikte üretmeye ve hareket etmeye yönlendirmez; aksine birbirine rağmen araştırmak, yazmak ve ders anlatmak üzerinden işler.[xi] Bu durum, pek tabii ki, ilgili akademisyenlerin bireysel addedilen tercihlerinden ziyade, değerlendirme kriterlerinde tek başına yapılan yayınlara ortaklaşa yapılanlardan daha fazla değer biçilmesinde doğrudan görülebilir. Devamlı, daha dolaylı olarak devlet üniversiteleri “vakıf” üniversiteleri oranının gitgide azalmasında izlenebilir. Nihayetinde, devlet üniversitelerinin bizatihi devlet memuru akademisyenlerin özneliğinde, farklı biçimlerde içerisinden geçtikleri özelleştirme süreçlerine kadar geniş bir yelpazede izlenebilir. Bu farklı düzeylerdeki işleyişin ortak noktaları aslında, neoliberal akademik yapılanma için esneklik koşuluyla işaretlenenin kendi içinde çelişkisini de örnekler: Burada ilk olarak akademik kimliğin zaman-mekân kısıtlarından kurtarıldığı yönündeki sembolik iddiaya dayanarak akademisyenin öncelikle bir iş kolu çalışanına dönüştürülmesinden bahsediyorum. Ardından bu dönüştürmeyle sadece sendikal örgütlenmeye mahkûm edilmesi ve paralel işleyen sendikasızlaştırma süreçleriyle böyle bir örgütlülüğün baştan kadük kılınmasına işaret ediyorum. Sonrasında, esnekliği bireysel bir beceri yanılgısı üzerinden tanımlamakla bireysel esneklik taleplerinin alternatif örgütlenme alanları açılmasında kullanılması açısından işlevsel olan bir iç çelişkiden bahsediyorum.[xii]
Bu iç çelişkinin diğer bir görüntüsü, akışkanlık gereğinde saptanabilir. Söz konusu gereğe bağlı olarak yaşamın zaman içinde akmasından ziyade bütünsel olarak yaptıkları işe göre zamanın içerisine yerleştirilmesi; insanların yaptıkları işi tüm yaşam zamanları içerisine yayılacak şekilde tahayyül etmeleri ve düzenlemeleri beklenir. Bu, insan yaşamının külliyen bir projeye dönüştürülmesiyle ilişkilidir. İnsan yaşamının ve insanların yaşamsal zamanlarının projelendirilmesi olarak okuyabileceğimiz bu durumu Fordist zamanların üretici/üretken insan yaşamından ayıran en önemli unsur, kamusal-çalışma-özel alanlar arasındaki sınırların işçi olma halinin bu alanların hepsinde belirleyici olmasıyla kalkmasıdır. Halihazırda modernist eril kurgu içerisinden şekillenen bu ayrıştırmanın/bölünmenin bozulması da yine eril, bu kez modern-sonrası ya da ileri modern addedilen bir kurgu içerisinden gerçekleşir. Bu kurgunun farkı anlık olarak değişirken belirli bir yapının yeniden üretimini sağlamasıdır.
Moderne özgü, duruşları, “kim”likleri, “ne”likleri, rolleri ve insanlar arası ilişkiselliğin diğer bileşenlerini, tam da bu ilişkileri bilebilme/kontrol edebilme amacıyla sabitlemeye yönelik politikaların bir uzantısı olarak okunabilecek değişime dirençli, standart, tutarlı bir kimliklenme—her açıdan kimliklenme—halinin sonlandığı bilgisi yeni değil; böyle bir sabitle(n)menin yanılsama olduğu, nafile olduğu bilgisi de… Burada sabitle(n)me ifadesiyle, en genel anlamıyla modern bilme ve anlama hallerinde açığa çıkan tanımlayarak kontrol altına alma kaygısına işaret ediyorum. Özel olarak, ulus-devlet yapıları içinde kişileri, bireyleri, özneleri, aktörleri belirli bir ortak ulusal/etnik/dinsel/laik kimlik üzerinden resmederek çağıran birbirinden farklı politikaları kastediyorum. Tekil düzeyde ise bireyler/kişiler arasındaki ilişkilerde karşı taraf(lar)ı—toplumsal cinsiyet, din temelli, etnisite temelli—ikilikler üzerinden, kaçınılmaz olarak ayrımcılığa meyleden tanımlama pratiklerini imliyorum.
Öte yandan, bu sabitle(n)meme halinin yüzer gezer kimliklere, duruşlara, oluşlara zorunlu olarak işaret etmediğini belirtmek gerekiyor. Daha ziyade hem sabitle(n)me hedefi ve bu yöndeki politikalar hem de sabitle(n)menin imkânsızlığına dayanan politikalar doğrudan bir çalışma alanı olarak akademiyle salt bir iş kolu olarak akademi arasındaki geçişlerle bağlantılı olması itibarıyla önemli. Akademi de akışkanlığa, turistliğe—dikkat edelim seyyahlığa değil—ve dolayısıyla aynı anda birden fazla hakikatin geçerliliğine davet çıkaran post-Fordist yaşam, mekân, özne hallerinden azade değil; olması da gerekmiyor. Zira, bu haller belirli bir sömürü ilişkisi biçimine özgü oldukları, bu biçimin devamını sağladıkları ve yeniden-ürettikleri ölçüde kendi iç çelişkileriyle aynı mekanizmayla mücadeleye yönelik adımların atılması için de imkân yaratabiliyorlar.
Akademi söz konusu olduğunda akademisyenlerin—yaşamsal, mekânsal ve öznelik halleriyle ilgili olarak—çağrıldıkları akışkanlıklar, “ne ders olsa veririm”den,[xiii] temalar arası, alanlar arası, teoriler arası ve kurumlar arası kolayca geçişlere ve bu geçişlerin—esnek istihdam/emek piyasası politikalarıyla bağlantılı olarak—özendirilmesine kadar uzanan bir yelpazede gözlemlenebilir. Bu geçişlilikler bir yandan disiplinler arasılık, disiplinler ötesilik ve disiplinler aşırılıkların yerinde savunusuyla ve çok-disiplinli çalışmaların “insana, topluma ve dünyaya dair” olan bitenlerin bütünsellik içinde kavranması açısından sağladıkları açılımlara dayanılarak olumlanabilir. Aynı zamanda doğrudan esnek istihdam/emek piyasası politikalarıyla uyumlu bir şekilde işlevselleştirilebilir. Dolayısıyla akademik olanın her şeyden önce iş kılınmasından akademisyenin temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak iş bulma kaygısıyla ve/ya da işini kaybetmeme kaygısıyla yaşamasına neden olan koşulları meşrulaştırmakta kullanılabilir. Diğer bir ifadeyle, akademisyenin belirsizlik kaynaklı kararsızlığını normalleştirmekte ve güvencesiz çalışma koşullarının bilgi temelli meşruiyet zeminini oluşturmakta kullanılırlar.
Neoliberal halin son gereği olarak özgüven(sizlik)/güvencesizlik ikilisi, neoliberal yapılanmalara ve süreçlere içkin çelişkileri anlamak açısından kilit öneme sahiptir.[xiv] İlk olarak, neoliberal politika tercihlerinin işaret ettiği öznelik durumları belirli bir birey tiplemesini, girişimci bireyi öncelediği ölçüde tek başına maliyet-fayda, fayda-zarar hesaplamasını yapabilen, faaliyetlerinin sonuçlarının sorumluluğunu tek başına üstlenebilen ve bunu sadece serbest piyasadaki girişimlerinde değil, yaşamının tüm alanlarında yapabilen bir insandan bahseder. Yukarıda, değindiğim, kamusal alan-çalışma alanı-özel alan arasındaki sınırların silinmesine benzer şekilde burada da yaşamsal alanlarımızda yapageldiğimiz ve yapabileceğimiz her şeyin hesaplanabilirliğinin olması, yaşamın kendisinin bir nev’i hesap defteri haline dönmesinden bahsetmek mümkün. Birey bu tür bir yaşamsal çağrıyla tanımlanırken mevcut iş ve emek piyasası koşullarının iş bulmayı, işte kalmayı ve iş dışı bir yaşam alanını gitgide daha da zorlaştırması “her şeyi yapabilir” imgesini pazarlayan ve fakat “hiçbir şeyi başaramayan” ve/ya da “her şeyi bir anda kaybeden” insan sayısının artmasını, diğer bir ifadeyle, neoliberal çağrının bireyinin pratikte nadir olduğunu doğrudan gösterir. Daha da kestirmeden, neoliberal süreçlerin öznesinin aslen kurgusal ve dolayısıyla pratikte istisna olduğu; öyleyse neoliberalliğin öznesinin çağrılanın aksine tam da çağrılmayan, özgüvensiz, risk altında, kaybettikleri ölçüde özneleşen insanlar oldukları söylenebilir: Güvencesiz insanlar.
Battık mı; batılacak derinlik bitmedi mi; çıkabilir miyiz?
İnsan olmanın evrensel bir özelliği doğayı, çevresini ve dolayısıyla kendisini ezmek vasıtasıyla süreğen olarak yıkmaksa diğer bir özelliği yapabilmesi, kurabilmesi, yeniden oluşturabilmesi; diğer bir ifadeyle yaratıcılığı. Öyleyse, henüz batmadık—dünyayı ortadan kaldırmadığımız sürece ve—batılacak derinlik sonsuz olduğu ölçüde dibe gitmeyeceğiz; çıkılacak bir yer olmasa da, mevcut hacmin içinde yapılabilecekler, kurulabilecekler var; yaratıcı olmak açısından belki de en fazla alanın olduğu bir evredeyiz. Değil mi ki, otoriter uygulamalar artık sınır tanımıyor; yaratıcı olmanın önü gitgide daha da açılır. Zira artık konformizmin kapsama alanı daralmıştır; sadece % 1’i içinde tutabilir. Dışladıkları niceliksel olarak arttıkça, evcilleştirdikleri sokağa atıldıkça/kaçtıkça konformizm-otoriterlik ikilisinin dayandığı zemin sallanmaya başlar.
Söz konusu olan akademi olduğunda, bu sallantı biraz geç ortaya çıkar. Bilgiyle iştigalin yavaşlık üzerinden işlediği ve böyle olması gereken, belirli bir (üst-) orta sınıf kültürüyle, bazı coğrafyalarda temelsiz olsa da aristokratik kibrin farklı versiyonlarıyla ve ağırlıklı olarak tarihe dayalı biçimleri vasıtasıyla hemhal olmuş bir kurumsal oluş halinden, uğraş alanından bahsedildiği göz önüne alındığında bu gecikme anlaşılır. Yine bu nedenlerle, kapitalizmin farklı biçimleri boyunca ben-merkezci duruşun örneklerinden biri olarak görülebilecek akademisyenler söz konusu olduğunda daha fazla gecikme beklenebilir. Zira akademik öznelik halinin ana özelliği olarak, süreğen şüphe halini bertaraf etmeye yönelik çabaların nafileliği bilgisiyle, bilgi tekelinin sağladığı toplumsal statünün süreğen çekişmesinin yorgunluğunun ve netameli bilgi-iktidar ilişkisinin yol açtığı rutin bir sıkıntıyla tanımlı akıl/ruh halinin genelgeçerliğinden bahsedilebilir. Konformizmden, bilginin sağladığı kendiliğinden otoritenin her an dönüşmesi muhtemel otoriter uygulamalar karşısında en azından tavırsızlığın, en kötüsünden pasifliğin sergilendiği bir olma biçiminden bahsettiğimizde gecikme daha da anlaşılır. Türkiye’de son 40 yılda akademinin çalışma alanından iş koluna böylesine rahat dönüştürülmesini bu gecikme nedenleri üzerinden de anlamak böylelikle mümkün olur.
Ama Türkiye’de feminist akademinin kurumsallaşması tam da aynı süreç içinde gerçekleşmiştir. Akademiye yaygınlaşan esneklik, akışkanlık ve (öz)güven üzerinden kurulan bireycilik gerekleri ve bu yöndeki uygulamalara içkin çelişkilerin becerikli manipülasyonuyla muhalif/alternatif bilme-bilgiyi dolaştırma-biriktirme biçimlerinin temellerinin atıldığı söylenebilir. Bugün akademinin masolduğu neoliberal-muhafazakâr politikalar ve uygulamalar bütünüyle mücadelede feminist akademinin tam da feminist pratikten kotardığı tecrübesi, bu nedenle kendisinden köşe bucak kaçırılagelen erkek alanlarda hiç kaplamadığı kadar merkezî bir yer kaplamak durumundadır.
Burada, salt feminist akademiklerin derslerinde, araştırmalarında, yazmalarında, okumalarında, aktarmalarında süreğen olarak yeniden-üretilen ve dolayısıyla eril akademiyi aşındırmak açısından önemi reddedilemez feminist müdahalelerin tek başlarına mevcuda etkisinin, içerisinden geçmekte olduğumuz süreçte belirleyici olamadığının altını çizmek gerekiyor. Bu tür müdahalelerin önemi bir yana, mevcuda nüfuzun ancak feminist akademinin üniversitelerde kendisinin kıldığı alanlar olarak toplumsal cinsiyet/kadın çalışmaları programları kapsamında eril üniversiteye yönelik olarak en başından itibaren işletilen muhalefetten ve temelleri atılan alternatif bilgi üretme-dolaştırma-aktarma pratiklerinden öğrenerek mümkün olabileceği de hesaba katmak gerekiyor: Öncelikle, erkek aklına dayalı anlama, açıklama ve söz kurma biçimlerine karşı ikincil addedilenin, dışarılanın, yok sayılanın savunulmasından, geliştirilmesinden, temel alınmasından başlanılabilir. Bu, ders içeriklerinden, akademik (hem öğretim üyesi hem öğrenci temelli) değerlendirmelere, disiplin, fakülte, bölüm içi yayın, araştırma, idari eksenli ilişkilenmelerdeki önceliklerin, kuralların, rutine bağlı ölçütlerin tespitinden ve işletilmesinden özgeçmiş yazmaya kadar uzanabilecek bir alternatifler alanıyla bağlantılı bir temel arama, yaratma, adım atma olarak da alınabilir. Hemen burada devrimden, radikal kopuşlardan, külli değişimlerden bahsetmediğimin altını çizmem gerekiyor. Aksine, Türkiye’de ve dünyanın birçok farklı yerinde feminist pratiğin ve feminist akademinin ortaya çıkışı, serpilmesi ve işleyişinde ortak addedilebilecek bir usule, en umutsuz ve/ya da en tanımsız ve/ya da en otoriter ve/ya da en baskıcı addedilebilecek dönemlerde feminist politikanın—hem pratik hem de akademik anlamda feminist politikanın—gündeliğin içinden ince ince işlenen bir karşı duruşta, radikalliği bas bas bağırmadan ören bir karşı duruşta örneklenen usule işaret etmeye çalışıyorum.
Bu, yirminci yüzyıla dönen Osmanlı İmparatorluğu’nda da, erken Cumhuriyetin eril modernizmine karşı çıkan feminist sözde de, 1980’lerin baskıcı ortamında bağlantısız örgütlenen feminist harekette de, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde salt oy hakkı mücadelesi verirken siyah kadınları geri plana atmanın kısıtlayıcılığını deneyimleyeyen ABD feminist hareketinde ve yaklaşık 50 yıl sonra ve bugün hâlâ beyaz olmaktan kurtulmaya çalışan ardıllarında da, Hindistan’da yerelin gücüne ve yereldeki gücüne, ağlara değil, örgütlülüğe ve dolayısıyla dayanışmaya dayanarak devam eden kadın hareketinde de geçerli olan bir usul olsa gerek.[xv] Zira alternatifi eril akla özgü bir hesaplamayla değil, tecrübenin içinden doğru kuruyor. İşte tam da bu usul, tecrübeye dayalı alternatif iddiaları bugün belki de akademideki hâkim dönüşüme içkin çelişkileri ve bu çelişkilerin barındırdığı nişleri aşındırmak açısından en bereketli başvuru kaynağı olabilir. Nitekim halihazırda süper kadın olmakla anne-karı olmak alternatifleri dışında bir seçenek hakkı reddedilmiş kadınların gündelik deneyimlerinde ördükleri hareketlilik içerisinden esneklik ve aşkınlığa içkin çelişkilerin manipülasyonunu gözlemlemek mümkündür. Serbest piyasanın muhafazakâr bakmayla ittifakını ne de güzel örnekleyen esnek çalışma koşullarının tesisine yönelik düzenlemelere esnek istihdam politikalarına muhtemelen feminist politikadan doğru atılan çelmeler bu açıdan örnekleyicidir: Esnek, ucuz, güvencesiz emek açısından kadınların en cazip emek havuzunu oluşturdukları neoliberal koşulların, kadınları aileye kapatma yönündeki muhafazakâr girişimlerle akışkan flörtü olarak nitelendirilebilecek iş-aile yaşamı uyumlaştırılmasına yönelik olarak çalışma-sağlık-bakım alanlarındaki somut politika önerileri tam da bu açıdan feminist çelmelerin en mahir örneklerindedir.[xvi] Kısaca, neoliberal-muhafazakâr yönetimlerin kullanageldikleri uyum retoriği feminist politikada kreş-(yaşlı/çocuk/engelli/hasta) bakım(ı)-kadınların istihdam hakkı-kadınların sosyal güvenlik hakkı-kadınların ev içi görevlerinin istihdam politikalarına dâhil edilmesi-temizlikçi kadınların örgütlenmesi ve daha bir çok paralel konunun sosyal haklar (vatandaşlık hakları) kapsamında ele alınmasına vesile olmuştur.[xvii]
Bugün dünya genelinde ve Türkiye özelinde akademinin kabuk değiştirdiğinden bahsetmek mümkün. Bu kabuk değiştirmenin tanımlayıcı özelliği neoliberal dönüşüm süreçleri içerisinden ortaya çıkıyor. Buna göre, ağırlıklı olarak şirketleşen ve/ya da ticarileşen ve/ya da özelleş(tiril)en ve/ya da serbest piyasalaşan üniversitelerden, müşterileşen öğrencilerden, yetmezmiş gibi velilerden; kıyasıya rekabet içerisinden birbirine zarar veren, bilgi üretim-dolaştırma-aktarma alanını üstünlük müsabakası alanına çeviren akademisyenlerden, söz konusu akademisyenleri niceliksel olarak değerlendirirken niteliğe değinmekten gitgide daha fazla kaçınan (diğer ve aynı) akademisyenlerden, akademide bir nev’i karakter aşın(dır)masından bahsediyoruz. Bunlar neoliberal dönüşüm süreçlerinin belirgin, çıplak gözle görülen, hemen tespit edilebilen, hâkim özellikleri.
Öte yandan, neoliberal dönüşüm süreçleri tam da bugün içerisinden geçtiğimiz çok katmanlı krizin çıktısı olarak görülebilecek otoriter, baskıcı ve nihayetinde şiddet içeren uygulamalardaki artışla devam ettirilirken yine içeriden müdahalelerle zayıflatılabiliyor ve/ya da manipüle edilebiliyor: Erkeklere göre düzenlenmiş, kadınlara göre esneklik talep eden çalışma koşullarında, sendikal mücadelelerden esinlenen ancak, sendikaların erilliğinden ayrıştırılan akademinin idari rutinini yavaşlatmaktan, ders içeriklerine feminist fırçalar vurmaya, ders notlandırmalarını yüzdelik dilimlerden ve her dilimi döneme yayarak biriktirmekten notsuz değerlendirmelere, eril hiyerarşiyle düzenlenen değerlendiren–değerlendirilen ikiliklerinden birlikte değerlendirmelere ve oradan eril akla özel idari işler hanesine yazılı becerilerin—dolayısıyla teknik beceri(ksizlik)lerin—reddinden eril zaman yönetiminin feminist akılla eğilip bükülmesine, oradan bireysel akademik üretimin neredeyse dayatıldığı terfi sistemleri karşısında yeldeğirmenleri mücadelesinden ziyade bireysel birikimi alışkanlık edinmeden birlikte üretmeye kadar uzayan ve dolayısıyla azımsanması mümkün olmayan gündeliğe sızma örnekleri söz konusu. Bu açıdan Kuzey Amerika’dan bir örnek olarak Great Lakes Feminist Coğrafya Kolektifi (Great Lakes Feminist Geography Collective) (2013) verilebilir.[xviii] Kolektifin özellikle akademiyi yavaşlatmak ve bunu “bakımı/özeni” merkeze alan kolektif akademik üretimle yapmak yönünde attığı henüz başlangıç düzeyindeki adımların ulus-ötesi katılımlara ve işbirliğine açık olduğu söylenebilir.[xix] Kolektifin çizdiği rota, eyleme biçimi, üretim tasavvuru neoliberal dünyanın dışından değil, aksine tam da merkezinden karşı-feminist bir müdahale çabasını simgelediği ölçüde önemli. Kolektifin feminist bakım/özen etiğini, rekabetten ziyade işbirliğini, akademik yaşamda gitgide daha da yoğunlaşan daha hızlı üretim talebinin/baskısının/gereğinin karşısında yavaşlığı vurgulaması neoliberal akademiye feminist müdahaleyi simgeliyor. Öte yandan, kolektifin çizgisi Kuzey Amerika bağlamında kurulduğu ölçüde farklı coğrafyalara model teşkil etmesinin ve/ya da benimsenen stratejilerin ithalinin ne mümkün ne de arzu edilir olduğunun altını çizmek gerek. Burada önemli olan benzer kaygılara farklı yanıtların üretilmesinde yine farklı tecrübelerin birbirleriyle karşılaşmasını ve farklı tecrübelerden öğrenmeyi mümkün kılan ortak platformların görülmesi ve görünür kılınmasıdır. Nitekim, bakım/özen, yavaşlıktan ziyade işbirliğinin kendiliğinden kurulduğu ve süreğen kılındığı bir diğer karşı-hat Türkiye’de Barış İçin Akademisyenler (BAK) örneğinde görülebilir.[xx] BAK kapsamında feminist akademisyen görünürlüğünün azımsanmayacak düzeyde olduğu göz önüne alındığında, feminist akademik tecrübenin, beyan edilmeden olsa da BAK’ın (yine) kendiliğinden temsil ettiği karşıt akademik duruş üzerinde etkisi olduğu söylenebilir.
Dünya genelinde farklı biçimlerde somutlanan bu müdahalelerin akademinin feminist kanadında yankı bulması bugüne kadar ulusaldan yerele, yerelden kampüslere, kampüslerden fakültelere ve nihayetinde fakültelerden disiplinlere ve programlara itilegeldi. Genel olarak ve kanımca kasten yanıltıcı bir şekilde yerelleşme övgüsüyle işletilen bu süreçte alternatifler neoliberal yamalı bohçalaşmanın içinde eritilme riskiyle karşı karşıyalar. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, bugün tam da kriz dönemlerine özgü bir şekilde, bir yandan yönetsel şiddet gitgide artan ivmelerde seyrediyor. Diğer yandan alternatifler en canlı ve belirgin biçimleriyle ortaya çıkıyorlar; ancak tam da kriz dönemlerine özgü bir şekilde, ortaya çıktıkları anda gözden yitiriliyorlar.
BAK’ın Barış Bildirisini imzalayan ve dolayısıyla BAK’ın evrilişinde etkili olagelen akademisyenlere yönelik şiddet yüklü hâkim yaklaşımın yanı sıra ilgili akademisyenlerin hem bu yaklaşımın taşıyıcılarıyla ve kendilerine yapılanlarla hem de birbirleriyle ilişkilerinde ne yapageldikleri bu açıdan önemli. Feminist akademi, yirmi yılı aşkın süredir eril akademinin koridorlarında—kimi zaman gettolaş(tırıl)ma riskiyle yüzleşerek olsa da—biriktirdiği ve erilliği aşındırmada mahir bir şekilde kullanageldiği dayanışma ve paylaşım usullerinin bilgisine ve tecrübesine sahip olması itibarıyla bu süreçte ayrı bir öneme sahip. Yanı sıra, gettolaşma riskinin öğrettikleriyle sınır-ötesi—hem metaforik olarak akademinin sınırlarının ötesi, hem ulus-devletin sınırlarının ötesi—birlikte çalışma, hareket etme, aşındırma pratiklerinin yerel içinde etkili bir şekilde var olabilmek açısından önemini süreğen bir şekilde belleyen bir grup olmakla feminist akademisyenler bugün 1980 sonrası akademide dönüşümün son evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve BAK süreci olarak adlandırılabilecek gelişmeler açısından kilit bir rol üstlenebilirler. Bu kilit rol bugün dönüşümden, çözülerek dönüşmekten, baskıyla çözülmekten bahsettiğimiz bir akademik ortamda, Üçüncü Dünya ülkelerinin modernizmle hesaplaşmayan feminist örgütlenmelerinde yaygın olduğunun aksine, sadece Birinci Dünya’yla değil Üçüncü Dünya’nın diğer bölgeleriyle, 2/3 Dünya’yla dayanışmanın da hesaba katılmasını gerektiriyor. Böylelikle, Türkiye’de daha önce vuku bulmadığını hep birlikte bildiğimiz, bilginin bir çekişme değil paylaşım vesilesi olduğu, dolayısıyla bilginin dolaşımının eşitlik üzerinden gerçekleştirildiği, bilginin (yeniden-) üretiminin birlikte gerçekleştirildiği bizlerin akademisine yönelik adımların atılması mümkün olabilir.
Nihayetinde, geçmişimizde dayanabileceğimiz bir model/örnek, güzel geçmiş günler olmadığına göre, akademide birlikte üretimin hayalini kurmak akademiye borcumuzdur. Bunu yaparken feminizmi çağırmak, erkek çivilerin yerine kadınların örgülerini, dikişlerini, boyalarını, yamalı bohçalarını kullanmak etik sorumluluğumuzdur.
[i] Bu yazı Hacettepe Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından desteklenen SBI-2015-7766 sayılı araştırma kapsamında yayımlanmıştır. Yazının ilk taslağını okuyarak, eleştirileriyle katkı sunan Leyla Bektaş’a ve Gülden Özcan’a teşekkür ederim. Yazının ilk versiyonuna yönelik yapıcı ve özenli eleştirileriyle yazının zenginleşmesini sağlayan ve demek istediğimi daha düzgün demem için alan açan dergi editörlerine teşekkürü borç bilirim. Yazıdaki eksiklerin, sorunların sorumluluğu sadece bana aittir.
[ii] Burada ilk olarak, modernitenin ve dolayısıyla, ulus-devletli kapitalizmin tarihi boyunca otoriter ve totaliter uygulamaların bir arıza değil, kriz dönemlerindeki tarihsel gerekler olarak okunabileceğine işaret etmek istiyorum. Burada “kriz” döneminden kasıt, arızadan, sapmadan ve hata vermeden ziyade, kapitalizmin çelişkilerinin dönemsel olarak yarattığı ve dönüşümü çağıran anlardır—Bildik “eskinin söndüğü ve yeninin henüz ortaya çıkmadığı” anlar. (Quantin Hoare ve Geoffrey Nowell Smith (der. ve çev.) Selections from the Prison Notebooks of Antonio Gramsci (Londra: ElecBook, 1999), s. 556. Dolayısıyla bugün Türkiye’de, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde olan bitenlerin, aynı partinin farklı dönemleri arasındaki bağlantıyı imkânsız kılacak ölçüde zıtlık üzerinden okunmaması gerektiğine, tam aksine, 2002’den bu yana yönetsel düzeyde olan bitenin kendi gidişatı içerisinde sistematik bir akış olarak okunabileceğine dikkat çekmek istiyorum. Açmak gerekirse, AKP retoriği içerisinde ve kimi uygulamalar söz konusu olduğunda, özellikle 2005 öncesinde söz gelimi kadın hareketinin talepleriyle uyumlu hareket etmenin, diyaloga açık olmanın son yıllarda görünürlük kazanan kadın düşmanı, feministleri düşmanlaştıran söylemsel pratiklerle taban tabana zıt addedilmemesi gerekiyor.
[iii] Zygmunt Bauman’a referansla, “alışıldık yolların ve araçların geçersizleşmesi ve bunun sonucunda nasıl devam edeceğimiz konusunda yaşadığımız eminsizlik”le ilişkili olarak da okunabilir. In Search of Politics (Cambridge: Polity Press, 1999), s. 143.
[iv] Aslında bu yazının ilk taslağındaki ifade “dünyanın çıldırdığı zamanlardan geçtiğimiz” yönündeydi. Ancak, Gülden Özcan’ın yerinde uyarısıyla çıldırma tespitinin, normal addedilenin dışında olmayla ilişkilendirildiği ve dolayısıyla normal addedilenden bahsederken kullanmanın kendi kendini reddeden bir ifade olması nedeniyle dünyanın çivisini çıkartmayı tercih ettim. Gülden’in diğer bir uyarısı, “çıldırma”nın ne kadar sembolik de olsa, bugünün (kapitalist-etnik kimlikli-eril) toplumunda “çıldırmış/deli/aklî açıdan uygunsuz” olarak işaretlenenlerin genelde kapitalizmin bugünkü versiyonunda tercih edilen şahsiyetli girişimci bireyin, etnik kimliğin, erilliğin standartları dışında yer alanlar olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğiydi. Teşekkürü borç bilirim.
[v] Hannah Arendt, The Life of the Mind (New York: Hartcourt, 1978).
[vi] Arendt, alışageldiğimiz haliyle modern aklı tanımlayan “düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesinin esasen düşünmeye içkin şüpheye işaret eden “şüphe ediyorum öyleyse varım” tespitine dayalı olduğuna dikkat çeker. Kendisi her ne kadar feminist harekete mesafesiyle bilinse de salt bu tespitinin bile feminist tınılarına dikkat çekmek isterim. Bkz. Arendt, The Human Condition (Chicago ve Londra: The University of Chicago Press, 1958), 2. Baskı, s. 273-280.
[vii] Buradaki argümanı somutlamaya yönelik önerileri için Gülden Özcan’a teşekkür ederim.
[viii] Burada, savaşsız coğrafyalarla esasen Birinci Dünya’yı kastediyorum. Söz konusu kategori içerisinde yer alan ülkeler savaşmayan olarak değil, aksine yönetimlerinin dünya genelinde devam eden savaşlara dolaylı ya da doğrudan, ama her halükârda fizikî bir uzaklıktan katıldığı, yönettikleri nüfusun gündelik yaşamında sıcak savaşın işlemediği ülkeler oldukları için “savaşsız” olarak nitelendirilmeleri daha uygun. Öte yandan, savaşın özellikle kapitalizmin tarihi boyunca süreğenliğinin arkasında yatan yapısal nedenlerin bugün dünya genelinde genel geçer normlar olmaya devam ettiklerini de teslim etmek gerekir.
[ix] “Bizler”le, bir sonraki dipnotta Sennett’e referansla birlikte hareket edebilenlere, birlikte üretebilenlere, dayanışanlara işaret ediyorum. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, ‘Anzaldua’nın ifadesiyle “milliyetçi çitlemenin korunması”yla bağlantılı olarak [başvurulan] birtakım “onlar” tahayyülü karşısında konumlanan bir ‘biz’den değil, çoğul, birbiriyle bağlantılı bir “biz’ler” halinden bahsediyorum… Susan Guerra’nın ifadesiyle “Biz olduğumuz için benim. Bu, aynılık beklentisi olmadan böyle.” Ya da Audre Lorde’un ifadesiyle “Birarada olmak için birbirimize dönüşmemiz gerekmez.” Kısaca, adalet, dayanışma ve birarada olmaya yönelik kolektif hayallerimizin bir parçası olarak kendim olma hakkımı talep etmek için “biz” diyorum.’ Emek Ergun, Kişisel yazışma, 11 Ekim 2015.
[x] Burada “beraber çalışmak”, “beraber üretmek”, “beraber hareket etmek”le Richard Sennett’in işaret ettiği biçimdeki birarada çalışmak/üretmek/hareket etmek ilişkisinden bahsediyorum. Kısaca, sadece kendine—ve aslında sahip olduğu nesnelere/şeylere—dayanması, ihtiyaç duyması, bağımlı olması sayesinde özgür olduğu varsayılan neoliberal zamanların bireyleri arasındaki rekabet dışı her türlü bağlantıyı dışlayan toplu olma halinin yerine, insanların birbirlerine dayanarak yeni şeyler ortaya çıkarttıkları, işbirliğinin ve dayanışmanın mümkün kıldığı kolektif olma halinden bahsediyorum. Bkz. Sennett, The Rituals, Pleasures and Politics of Cooperation (New Haven ve Londra: Yale University Press, 2012).
[xi] Buradaki “rağmen” vurgusu, sadece üretirken rekabet üzerinden değil, birlikte üretmek yerine üret(tir)memeyi de içeriyor. Dolayısıyla, “birlikte hareket etmek”ten kastımın, alternatif/kolektif akademik üretim biçimleri olduğunun altını çizmek isterim.
[xii] Burada hemen, bir karşı duruş/reddediş/protesto/direnme biçimi olarak bireysel kaytarmadan bahsetmediğimin altını çizmem gerekiyor. Tam tersine, birlikte hareket etmek vasıtasıyla esnekliğin manipülasyonundan bahsediyorum. Bunun örnekleri, aslında hiç de yabancı ve yeni olmayan, geçmişte fabrika direnişlerden esinlenebilen, iş yavaşlatmayı ve genel grevi anıştıran birlikte direnme biçimlerinde aranabilir. Söz gelimi akademisyenlerin kendi sömürülmelerinin özneliğine çağrıldıkları mevcut yeniden-yapılanma örneklerinde—Türkiye gibi—teknik olarak yapmanın ötesinde alternatifsiz bırakıldıkları işleri teknik becerisizliklere bağlı nedenlerle yavaşlatmaları/atlamaları ve bunu birlikte yapmaları, işaret edilen iç çelişki mahallerinde sadece anlık ve/ya da geçici karşı duruşları değil, beraber girişildiği ve deneyimlendiği ölçüde olası nişler yaratma ihtimallerini beraberinde getirebilir.
[xiii] Aslı Vatansever ve Meral Gezici-Yalçın, Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü (İstanbul: İletişim, 2015).
[xiv] Yazı boyunca süreç terimiyle genel anlamında neoliberal yapılanmaya yönelik olarak atılan adımlara, politika tercihlerine ve uygulamalara işaret ediyorum. Neoliberal yapılanmalar dünya genelinde standart bir rota izlemedikleri, aksine, farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde, farklı siyasal duruşlara dayanılarak, farklı uygulama sıralaması boyunca başlatıldıkları, ilerledikleri ve yerleştirildikleri ölçüde bir projeden, standart bir programdan ziyade süreçlerden bahsetmek daha uygun oluyor. Yazının odağında akademideki dönüşüm olduğu göz önüne alındığında süreç terimi, özel olarak, Türkiye’de akademi alanında deneyimlenen neoliberal dönüşüm sürecine işaret ediyor.
[xv] Elisabeth Armstrong, Gender and Neoliberalism: The All India Democratic Women’s Association & Globalization Politics (New Delhi: Tulika Books, 2013)..
[xvi] Örneğin bkz. www.keig.org
[xvii] Eril düşünüş karşısında ziyadesiyle kadınca bir refleksle, hiçbir olumsuzluğa mahal vermeyen bir uyum düzeneğinden bahsetmediğimin altını çizmem gerekiyor. Aksine, bugün pek çok alanda olduğu gibi çalışma-iş-aile-sosyal haklar hattında muhafazakârlıkla feminist duruşun süreğen bir çatışma içerisinde olduğu söylenebilir. Mevcut kriz döneminde bu çatışmanın kısa-orta-uzun vadede nasıl sonlanacağını kestirmek ise oldukça güç.
[xviii] http://gpow.org/collective/ Erişim: 17 Mayıs 2016.
[xix] Alison Mountz, Anne Bonds, Becky Mansfield, Jenna Loyd, Jennifer Hyndman, Margarot Walton-Roberts, Ranu Basu, Risa Whitson, Roberta Hawkins, Trina Hamilton, Winifred Curran, “For Slow Scholarship: A Feminist Politics of Resistance through Collective Action in Neoliberal University,” ACME: An International E-Journal for Critical Geographies, 2015, 14 (4), s. 1235-1259.
[xx] BAK tarafından hazırlanan Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildirinin 1128 akademisyen tarafından imzalanarak 10 Ocak 2016’da basın aracılığıyla duyurulmasından itibaren başlayan süreç, Türkiye’de halihazırda sıkıntılı olagelen akademik özerkliğin tam anlamıyla bir kenara atıldığı bir dönemi de işaretlemektedir. Kasım 2012’de oluşmuş olan BAK’ın, Barış Bildirisiyle birlikte giderek genişlediği, sayısal olarak arttığı ve dolayısıyla muğlâklaştığı bir döneme girdiği söylenebilir. Bu yazı açısından söz konusu sürecin özellikle üç boyutu önemli: 1. Barış Bildirisinin duyurulmasından itibaren kurumsal iktidarı ellerinde bulunduranların ve iktidarın toplumsal alandaki ortaklarının ve/ya da takipçilerinin imzacılara yönelik tutum alışları; 2. Barış Bildirisi öncesi formasyonuyla BAK ile bildiri sonrası BAK’ın kompozisyonu; 3. İmzacı akademisyenlerin maruz kaldıkları yaptırımlar dolayısıyla kurumsal iktidarla ve bu vesilesiyle birbirleriyle nasıl ilişkilendikleri.