Arundhati Roy, 1998’de yazdığı ve birçok ödül aldığı ilk romanı Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan yirmi yıl sonra ikinci romanı Mutlak Mutluluk Bakanlığı’nı yazdı. Bu romanını “dünyanın karmaşasını ve psikozlu halini” ne kadar yansıtabileceğine dair bir deney olarak tanımlayan Arundhati Roy bu iki kurgusal metin arasında yazdığı kurgusal olmayan metinlerinde dünyanın toplumsal, tarihsel ve siyasi karmaşasını yansıttı. Mutlak Mutluluk Bakanlığı da özel olarak Hindistan’ın, genel olarak dünyanın bu karmaşık süreçlerini arka planında yansıtan bir metin. Bu arka plan üzerine, parçalanmış hikâyeleri bir şekilde birbiriyle birleşen farklı karakterlerin hayatlarına odaklanan 475 sayfalık anlatı kurgulanmış. Bu anlatı kendisini modern seküler bir devlet olarak konumlandıran Hindistan’ın hiç de seküler olmayan tarihini ve devletin din temelli baskı politikalarını arka planda sunarken bu karmaşa içinde kendi hayatlarını kurmaya çalışan karakterlerin parçalanmış hikâyelerinden bütünlüklü bir hikâye oluşturmuş. Bu makale, Arundhati Roy’un Mutlak Mutluluk Bakanlığı adlı romanının baskıcı olmayan bir seküler zihniyet ve kamusal/özel alan tahayyülünün “birlikte iyi yaşayabilmek” bağlamında sunduğu olasılıkları ve açtığı imkânları tartışmaya odaklanmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle romanda ortaya konan ve eleştirilen devlet söylemi ve politikası olarak sekülarizm ve bunun yarattığı karmaşa ve çatışma ortamının romana nasıl yansıdığı tartışılacaktır. İkinci aşamada ise romanda dinsel olanla dünyevi olanın, kamusal ile özelin muğlaklaşmasının ve bir çeşit “dünyevi normalliğe” ulaşmanın mekân üzerinden ve söylemsel olarak nasıl baskıcı olmayan bir seküler düşünce oluşturduğu ve bu düşüncenin stratejik kullanımının birlikte “iyi” yaşamaya dair sunduğu imkânlar değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Bu makale, Bengal dilinde yazan Hindistanlı ünlü yazar Mahasweta Devi’nin aynı isimli kısa öyküsünün çevirisinin bir uyarlaması olan “Draupadi” adlı oyunun bir Hindistan üniversitesinde İngilizce Bölümü öğrencileri tarafından sahnelenmesinin ardından çıkan olaylar sırasında üretilen milliyetçi söylemlere gönderme yaparak başlıyor. Oyunun sahnelenmesinin peşi sıra gelişen nefret kampanyası ve üniversitede yapılan bir sınıf temsilinin siyasileştirilmesi, toplumsal cinsiyet ve feminist araştırmalar alanındaki pek çok kişiyi derinden etkiledi. Oyunun “vatan hainliği” olarak yorumlanması ve toplumsal cinsiyet, vatandaşlık hakları veya İngiliz dili ve edebiyatı alanlarındaki söylemler içerisindeki öneminin göz ardı edilmesi, toplumdaki siyasi propagandanın bir parçası olarak görüldü. Makale, kadına yönelik şiddetle ilgili konuların tamamen marjinalleştirildiği bu bağlamda, Mahabharata Destanı’ndaki Draupadi isimli kadın karakter etrafında sergilenen performanslardaki farklı temsil biçimlerini bir araya getirmeye çalışıyor. Draupadi karakterinin temsillerinin veya ondan esinlenerek yaratılmış yorumlarının izini sürmek için zamanda ve jeopolitik mekânlarda dolaşıyor, barbut sahnesi performanslarının içinden geçiyor. Bu çizgisel olmayan anlatıda, Draupadi’nin performatif temsillerinin zaman ve mekândaki yolculuğu, sanatçılar tarafından ortaya konan tercihlerin yansımaları olarak ele alınmaya çalışılıyor. Böylece Draupadi’ye bizzat Hindistan toplumunun kırılgan özneleri olarak kadınları temsil etme rolü atfediliyor. Makale, doğrudan Draupadi’nin hikâyesi üzerine kurulu dans ve tiyatro gösterilerinden örneklerle ilerliyor. Ayrıca, Mahasweta Devi tarafından kaleme alınan ve Gayatri Chakravorty Spivak tarafından İngilizceye tercüme edilen “Draupadi” hikâyesi ve bu hikâyeden hareketle yapılan tiyatro uyarlaması üzerinde de duruluyor. Son olarak, Manipur’daki gerçek hayat koşullarına bakılıyor ve bununla, giderek benzer hale geldiği teatral temsil arasındaki muhtemel bağlantı inceleniyor. Bu makale, ulusal namus ve egemen ataerki yapısı bağlamında kadınların konumuna dair düşünmek için, Draupadi’nin hikâyesi ve hikâyenin kendi yolculuğu üzerinden kaleme alındı.[2]
Kurmaca türlerden öykünün kurucu ögelerinden biri olan mekân, öykünün atmosferini oluşturan unsurlardan biri olmanın yanı sıra zengin çağrışımlarıyla okura çok yönlü okuma olanakları sunar. İç/dış’ın ve içerisi/dışarısı’nın oluşumunda belirleyici olan toplumsal cinsiyet rolleri ile mekân, kendimizle ve dünyayla kurduğumuz ilişkinin, deneyimlerimizin göstergesidir. Edebi metinler ikili karşıtlıklarla kurgulanan toplumsal cinsiyet rollerinin ve eril/dişil dikotomisiyle kurgulanan iktidarlanmış alanların ifşasına olanak sağladığı gibi imgeler aracılığıyla yeni deneyimlerin ve ‘mümkünü olan başka bir dünya’nın olasılıklarının da kapısını açar. Bu çalışma, Ayla Kutlu’nun Zehir Zıkkım Hikâyeler kitabından alınan “Matmazel Dimitra’nın Bitmemiş Hikâyesi”nde, ataerkil düzenin Dimitra’nın kendisi ve dış dünya ile deneyimlerinde mekân aracılığıyla kurduğu sınırları sorunsallaştırarak dıştan farklı bir iç’in oluşumunun olanaklarını aramayı hedefler.
Charlotte Perkins Gilman “Sarı Duvar Kağıdı” adlı öyküsünde doğum sonrası depresyonu geçiren genç bir kadının, kadın cinsiyetine yönelik önyargılı tutumlar etkisiyle oluşturulmuş tedavilerle giderek kötüleşmesini ve akıl sağlığını kaybetme noktasına gelişini anlatır. Bilim ve teknolojideki gelişmeleri takiben gelen Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle, ev ve iş alanları kesin sınırlarla ayrılır; toplumsal cinsiyet normları yeniden şekillenir. Egemen güç erkekleri işe gönderirken kadınları eve hapseder. Kadının yazmaması, üretmemesi, mümkünse düşünmemesi “normal”dir. Bu toplumsal kabul ve kalıpların sınırları dışına çıkan kadınlar kolaylıkla “deli” olarak etiketlenir, aynı durumda erkek cinsiyetinden bir bireye uygulanması uygun görülmeyecek tedavilere maruz kalabilir, akıl hastanelerine kapatılabilirler.
Edebiyatta mekân incelemeleri dualistik yapısı nedeniyle toplumsal cinsiyet kalıplarını çağrıştırmaktadır. Bu çalışmada, on dokuzuncu yüzyıl Amerika toplumunda, beyaz ırktan, orta-üst sınıftan eğitimli kadın grubunun, sosyal hayatta ve klinik ortamda maruz kaldığı toplumsal cinsiyet ideolojisinin, “Sarı Duvar Kağıdı” öyküsünde Gilman’ın mekânı kullanımıyla somutlaşması incelenecektir.*
Yaşar Nezihe Bükülmez, 1880-1971 yılları arasında yaşamış; döneminin sosyal meselelerini yazdığı şiirlerinde hayat hikâyesinin izlerini de sürebildiğimiz, çok yazmış, çok üretmiş bir şairedir. Kendi kendine okula gitmiş, yalnız başına büyümüş, aşkının, kötü giden evliliklerinin, boşanmalarının, çocuk büyütmenin, her şeyin üstesinden tek başına gelmiş; zaman zaman yorulmuş, pes etmeyi düşünmüş ama yazarak hayatta kalmayı başarmış, güçlü bir ses, güçlü bir kalemdir.
Sevim Burak Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden biri olmasına rağmen hakkında bütünlüklü ve derin incelemeler olmayan bir yazar. Oysa ki Sevim Burak yazdığı öyküler, oyunlar ve tamamlayamadığı bir romanıyla pek çok önemli ve tartışmalı konuyu masaya yatırmıştır. Sevim Burak eserlerinde sadece ihtilaflı temaları işlemesiyle değil, gelenekselin dışına taşan, kelime ve cümle bütünlüğüne meydan okuyan, görsel ve yazınsal metinleri harmanlayan yazma biçimiyle de dikkat çeken yazarlar arasındadır. Bu yazıda Sevim Burak’ınSahibinin Sesi ve “Pencere” adlı eserleri tekinsiz teorisinden hareketle “çift olmak” kavramı üzerinden yorumlanmıştır. Eserlerdeki karakterler, olayların geçtiği bağlam göz önünde bulundurularak toplumsal cinsiyet ve etnik çatışmalar ekseninde “çift” teması yardımıyla incelenmiştir.
karışamıyorum bazen dünyaya, hani huzursuz bir iki kelime edip, vuruyorum ya kendimi sıradanlığa, acı şokuna girip beklemekten solmuş haberlere, yazsonlarına, gündönümlerine benziyorum ya…
Hastalık, bizi düzyazının dikte ettiği yorucu seferberliğe karşı ilgisiz kılar. Bölümler ardarda ilerlerken bütün melekelerimize hakim olup aklımızı, yargımızı, hafızamızı toparlamakta güçlük çekeriz, tam bir yere alışmışken, yeni gelene dikkat etmemiz gerekir, ta ki bütün yapı- kemerler, kuleler ve siperler- temelleri üstünde sağlam bir şekilde yerlerine yerleşene kadar. (….) Öte yandan, rafa kaldırılmış bir sorumluluk ve askıya alınmış bir akılla- hasta birinden kim eleştiri bekler, ya da yatalaktan sıhhatli bir fikir?- diğer tadlar ortaya çıkıverirler; aniden, kesik kesik, yoğun. Şairlerin çiçeklerini talan ederiz. Birkaç satırı çeker alır ve zihnin derinliklerinde açılmalarını bekleriz.
Çocukken sadece evin, sadece yuvandır dil çünkü ilk orada meram anlatman gerekir. İlk orada ulaşmayı istediğin birilerin, anlatmayı istediğin bir şeylerin olur. Zaten sana hayat veren canlının adıyla, ‘ana’yla anılmasının nedeni de budur dilin. Anadil senin rahim içindeki güvenli kuytunun, şimdi artık dışarda olduğun için giderek uzaklaşan ama yine de hep duyduğun yankısıdır.
doğum sancısı çekerdi annem
bana her baktığında
gönlünün bağında gökkuşağını
arardık her sabah
…