2000’li yıllarda Türkiye’de hukuk reformları ile eşitlikçi hukuki düzenlemeler yapılmış ve kadına yönelik şiddetin önlenmesi bakımından önemli adımlar atılmıştır. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet konusunda yaptırım gücüne sahip…
Türkiye 'olağanüstü' bir dönemden geçerken toplumdaki şiddet ve tahammülsüzlüğün dozu gittikçe artıyor. Kadınların gündelik hayatının halihazırda bir parçası olan şiddet her geçen gün pervasızlaşıyor. Metrobüste, parkta, sokak ortasında tanıdığımız ya da tanımadığımız erkeklerin şiddetine sıklıkla maruz kalıyoruz. Neredeyse her gün çocuklara yönelik cinsel şiddet haberleri alıyoruz. Bunlar karşısında güçlendirilmesi gereken kadın ve çocuk hakları alanında elde edilen kazanımların tehlike altında olduğuna tanıklık ediyoruz. Dergimizin bu sayısında, kadın hakları alanında uzun yıllardır çalışma yürüten feminist avukat Hülya Gülbahar'la Türkiye'de kadın hakları mücadelesi, son yıllardaki yasal düzenlemeler ve yeni Türkiye'nin yeni kadınlık durumları üzerine konuştuk.
Türkiye, son bir yıldır şiddetin her türünün güçlendiği, toplumsal sorunların çözümünde diyalog yerine siyasi veya askeri baskının hakim kılındığı, ifade özgürlüğü alanının gittikçe daraldığı, herkese nasıl davranılması gerektiğinin dikte edildiği bir dönemden geçiyor. Bu ortamda kadınlara, çocuklara, LGBTİ'lere yönelen şiddet de farklı biçimler alarak tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. "Yeni Türkiye"de Cinsiyetçi Şiddet adlı yazı, ülkemizde son bir yılda yaşanan gelişmeleri kadın, çocuk ve LGBTİ hakları üzerinden değerlendiriyor.
Türkiye, Haziran seçimlerinin ardından, savaş ve fiili darbe koşullarının hâkim olduğu bir sürece girdi. Geçtiğimiz aylar boyunca hemen her gün ölüm haberleriyle güne başlar olduk. Bu dönem birçok açıdan 1990’lardaki şiddet ortamından ayrışıyor. Alev Özkazanç ile yaptığımız söyleşide içinde bulunduğumuz bu ‘yeni’ sürecin feminist bir perspektifle analizini yapabilmek için hangi parametrelerden hareket etmemiz gerektiğini, bu dönemin cinsiyet rejimi bağlamında ne tür değişikliklere karşılık geldiğini konuştuk.
Meksika’nin Ciudad Juárez kentinde, 1993 yılından beri neredeyse bin beş yüz kadın öldürüldü ya da kaybedildi. Kadınların anneleri, sanatçılar, bağımsız aktivistler ve de insan hakları savunucuları, cinayetler ve kaybedilmelerle ilgili farkındalık sağlamak ve adalet talep etmek için pek çok kez sokaklara döküldüler. Her ne kadar son yıllarda sokakları dolduran kalabalıklar azalmış gibi görünse de, şehrin dört bir yanında protesto için kullanılan nesnelere rastlamak mümkün. Bu makale, cinayetler ve kaybedilmelerle mücadelede kullanılan pembe haçlara, anıt ve heykellere, grafitilere, kayıp ilanlarına, fotoğraflara ve şiirlere odaklanarak gündelik nesnelerin mücadeledeki merkezi rolünü tartışıyor. Kolektif eylemlerde nesnelere genellikle tali bir rol biçilse de, günümüz mücadelelerinin sadece insan bedenleri üzerinden anlaşılamayacağını, şeylerin de insanlar gibi güce ve failliğe sahip olduğunu iddia ediyor. Gündelik nesnelerin siyasal eylemin zamansallığını, biçimini ve etkisini genişlettiğini öne sürerek Ciudad Juárez’i, insan bedenlerinin sokaklara dökülüp dökülmemesinden bağımsız olarak, bir direniş ve daimi protesto şehri olarak yeniden yorumluyor.
Geçen on yıl, cezaevlerini ortadan kaldırma taraftarı bir hareketin gelişimine tanık oldu. Aynı zamanda, şiddet karşıtı örgütlenmeler cezaevlerinin kaldırılması taraftarlarını cinsel şiddet meselesini ciddi biçimde ele almaya ve cezaevlerinin kaldırılması bağlamında bu meselenin üzerine gitmek için girişimler başlatmaya davet etti. Renkli, göçmen, queer, trans, yoksul ve ötekileştirilmiş diğer kadınların polis tarafından –korunmaktan ziyade- daha çok şiddete maruz bırakıldıkları yönündeki bilincin artmasından güç alan taban hareketinden gruplar ve dünyanın her yerinden aktivistler, 911’i[ii] aramak yerine toplumsal alternatifler örgütlüyorlar. Ne var ki, böylesi girişimler yeni değil. Tarih boyunca kadınlar kendi güvenliklerini ve sevdiklerinin güvenliğini sağlamak adına harekete geçip örgütlendi. Bu makale, hem geçmişten hem günümüzden kişiler arası şiddete karşı kadın topluluklarının özsavunma faaliyeti modellerini inceliyor; kadınların kendilerini, sevdiklerini ve çevrelerini korumayı başardığı bu yöntemleri keşfederek, devlet temelli asayişe ve cezaevlerine başvurmadan, güvenliğin ve sorumluluğun nasıl geliştirileceğine dönük güncel tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyor.
Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet son hızıyla ve gittikçe daha da vahşi bir hâl alarak devam ederken şiddetin nasıl sona erdileceği uzun bir süredir feminist hareketin ve kamuoyunun gündeminde yer alıyor. Şiddeti sona erdirmek için birbirinden farklı ve birbiriyle çatışan görüşler ve öneriler de dillendiriliyor. Dergimizin bu sayısında feminist avukat Gökçeçiçek Ayata ile cinsiyetçi şiddeti yaratan siyasi iklim, hukuk sisteminin cinsiyetçi uygulamaları ve şiddetin geriletilebilmesi için ihtiyacımız olan mekanizmalar üzerine konuştuk.
İnsan haber niyetine hep aynı olayın farklı versiyonlarını okursa ne hisseder? Sanki sürekli tek bir şeyin hiç değişmeden yaşandığını… Kadına yönelik şiddet, tecavüz ve cinayet haberlerinin bende yarattığı etki tam da bu.
Devlet güçlerinin cinsel istismarına uğrayan kadınlara 10 yıldır ücretsiz hukuki yardım sunan ve kadınlarda hak arama bilincini geliştirmeyi amaçlayan Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi, ülkemizde kadına yönelik şiddetin göz ardı edilen bir yönünü, devlet kaynaklı cinsel şiddeti görünür kılmaya ve tartışmaya açmaya devam ediyor. Proje’nin bu 10 yıllık zaman zarfındaki çalışmalarının bir dökümünü içeren Hepsi Gerçek: Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet isimli kitabı bu ay içinde yayınladı. Projenin kurucularından Av. Eren Keskin ile kitabın yayımlanması vesilesiyle, devlet kaynaklı cinsel şiddet teması çerçevesinde Türkiye hukuk sistemi, militarizm, Türkiye’de yakın dönemde gerçekleşen gelişmeler ışığında ifade özgürlüğü ve demokratikleşme önündeki zorlu engelleri ve olası açılım olanaklarını konuştuk.