1990’lı yıllarda güvenlik güçleri ile PKK arasındaki “düşük yoğunluklu savaş” 1,2-3 milyon arasında kişinin zorunlu olarak yerinden edilmesiyle sonuçlandı. Çok ciddi insan hakları ihlallerinin yaşandığı bu dönemin geride bıraktığı sorunları çözme yönünde, son birkaç yıldır askıya alınan “demokratikleşme süreci”nde birtakım adımlar atılmış olsa da, Kürt sorununun kalbinde yatan bu meseleye kalıcı, adil, eşitlikçi ve demokratik bir çözüm oluşturmanın hâlâ çok uzağında olduğumuz ortada.
Bununla birlikte yakın dönemde K. Irak’a askeri operasyon ihtimalinin gündeme gelmesi, “terörle mücadele söylemi” altında, aslında kozmetik olan ama ileriye dönük olarak umut veren reform sürecinin kızağa çekilmesi ve hatta tersyüz edilmesi, son derece kaygı verici gelişmeler olarak kaydedilebilir. OHAL’i yeniden hatırlatırcasına Siirt, Şırnak ve Hakkari’nin “Özel Güvenlik Bölgesi” ilan edilmesi, köy korucularının sayısının 30 binden 40 bine çıkartılması ve ek haklar getirilerek özendirilmesi, şehit cenazeleri üzerinden operasyona zemin hazırlanması ve etnik ayrımcılığın toplumsal olarak kışkırtılması maalesef verilebilecek sayısız örnekten birkaçını oluşturuyor.
Biz de zorunlu göç ve çatışma süreçlerinin kadınları nasıl mağdur ettiğini tartışmaya açmak üzere DİKASUM (Diyarbakır Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi) koordinatörü Handan Coşkun ile aralık ayında yaptığımız ve mayıs ayında internet üzerinden güncellediğimiz söyleşiyi sayfalarımıza taşıyoruz. DİKASUM, Diyarbakır Belediyesi bünyesinde faaliyet gösteren ve kadınların bu süreç içinde ortaya çıkan gereksinimlerine ve taleplerine yanıt oluşturmaya çalışan bir kadın kuruluşu. Bu söyleşiden de çıkarsanabileceği gibi, zorunlu göç sürecinin geride bıraktığı yaralar henüz bu kadar tazeyken, son dönemde yaşanan kaygı verici gelişmelerin bu kez ciddi bir kırılmaya yol açacağı gerçeğinden hareketle barışa kadınlar olarak sahip çıkmamızın daha da önem kazandığı söylenebilir.